Bavul niyetine bir dağcı çantası alıp; kimseye söylemeden çıktım. Telefonumdan hattımı çıkarttım. Onu almamayı gözüm yemezdi; ama kimsenin bana ulaşamaması için hattımı değiştirebilirdim pekâlâ. Hiç kullanmadığım bir servisten almıştım. Kontörlü diyorlardı eskiden bu tür hatlara. Otuz lira yeterdi. İnternet için kullanacaktım çoğunu muhtemelen kablosuz bağ olmadığında.
Dağcı çantama birkaç kat iç çamaşırı, banyo malzemelerim, bilgisayarım ve üç kat giysi sığmıştı. Yer bile kalmıştı ama yeterdi bu kadar.
Cüzdanımda da pasaportum vardı. Hesabımdaki tüm parayı dolara çevirdim. Uçak bileti satan bir yere gidip herhangi bir ülkeye bilet aramaya koyuldum. Vizesiz bir ülke olmalıydı.
Küçücük bir broşür çarptı gözüme onlarca broşür arasından. Üstünde ‘NEREYE GİTMEKTE OLDUKLARINI BİLMEK İSTEMEYENLER İÇİN ÖZEL PAKET’ yazmaktaydı. Çok pahalı da sayılmazdı hani. Ödememi yapıp yirmi dakika sonra kalkmak üzere olduğu söylenen; ama üç saat sonra kalkabilen uçağa bindim. Camlarında yapay bulut görüntüleri vardı. Nereye gittiğimizi bilmiyorduk hiçbirimiz. Benim gibi otuz kişi vardı koskoca uçakta. Hepimiz normal tiplerdik. Gözlerimiz yapay bulutlardaydı. Birbirimize bakmaktan daha iyiydi sanırım.
İndiğimizde hala nereye, hangi cehennemin dibine indiğimize dair hiçbir işaret yoktu.
Bir görevliye sordum. Kendi dilimde cevapladı beni. Yabancı aksanıyla…
“Kusura bakmayın hanımefendi, yolculuğunuz boyunca nerede olduğunuzun söylenmesi yasak, bunu siz böyle istediniz, biliyorsunuz…”
Öyle mi istemiştim gerçekten? Evet, galiba böyle istemiştim.
Gerçekten de bulunduğum mekana dair hiçbir iz olmadan tam on beş gün geçirdim. Bu arada, telefonu da boşa almıştım; çünkü çekmiyordu.
Geçirdiğim en güzel on beş gündü galiba. Aynı uçakla döndüğümüzde hiçbirimiz bulutlara bakmıyorduk. Birbirimize ve aynadan kendi tazelenen yüzlerimize bakmakla fazlasıyla meşguldük çünkü.