Paylaşımlı bir eve sadece dolu bir sandıkla yerleşivermişti. Yatağının yanındaki sandıkta birkaç kat kıyafeti ve üç-dört tane yastık misali doldurulup eklemleri hareket edecek şekilde dikilmiş bez bebek bulunuyordu.
Saçma sapan bir iftira yüzünden işten atıldığı an, zaten az olan eşyalarının çok az bir kısmıyla birlikte almıştı onları. Kendi elleriyle yapmıştı çünkü. Bırakıp gitmeye içi elvermemişti bir türlü. Kaldığı paylaşımlı evdeki odada üç kişi yaşamaktaydılar. Tıklım tıkış bir yer…
Evin sahibine bir konuda yardım ederken keşfettiği kömürlükteki küçük, boş bir bölme hariç her yer öyleydi. Orada da eski püskü bir elbise dolabı durmaktaydı. Eski püskü beyaz bir perdeyi kapakları olmayan dolabın önüne gerip; kendisi bez bebekleriyle birlikte içine girince sanki küçük bir sahne yaratmıştı kukla gösterisi yapmak için. Hiç kimsenin izlemediği…
Sadece bir defa birisinin izlediğini düşünmüştü. Antep lahmacununun, yani sarımsaklı lahmacunun kokusu burnuna gelmişti tam sahnelediği kukla tiyatrosunun ortasında. Tiyatroya gönül veren herkes gibi, icra ettiği her gösteride o kokuyu aramıştı burnu.
O kokunun beğenmesi için oynatmıştı bebeklerini. O koku, onu, bu bir iş olduktan, herkes onu izlemeye gelmek için can attıktan sonra dahi gitmemişti burnundan. Kılavuzu, sevinci ve eleştirmeni olmuştu.