Çantamı sırtıma takıyorum, Hiç acele etmeden ayakkabılarımı giyip çıkıyorum. Kapıyı arkamdan kapatmayı unutacaktım az kalsın, son anda kolumu geriye atıp kapıyı çekiyorum.
Birazcık yürüdükten sonra bir kapıdan giriyorum. Pahalı olduğu belli olan bir kafenin içindeyim. Zaten ne pahalı değil ki bu aralar…
Dört kişilik bir masa bulup oturuyorum. Boş bulduğum tek yer burası. Çantamı sandalyemin arkasına asıyorum. Ve bekliyorum…
Birazdan geliyor. Karşıma oturuyor Elindeki torbayı da yanındaki sandalyeye atıyor.
“Eee, hazır mısın ölmeye?”
“Evet,” diyorum.
“Tabii hazırım.”
“Tamam o zaman… Bir şey ister misin? Son yemek olarak?”
“Hayır.”
Karnım gurulduyor. Ne zamandır mideme bir şey girmese de bir şey yemek ya da içmek istemiyorum. Bir anlamı yok ki.
“Kolunu uzat o zaman.”
Uzatıyorum.
“Çantamın içindeki defterleri okuyabilirsin… İstersen tabii.”
Bunları söylerken okumayacağını biliyorum.
“Onları verecek kimsen yok değil mi?”
Bunu söylerken sesi mutlu çıkıyor. Gülüyor.
“Yok,” diyorum. Sesimde ifade yok. Düşüncelerimde de. Her şeyden vazgeçmiş olduğum belli değil mi zaten.
İğne damarıma girerken ilacın uyuşturucu hissi belirmeye başladı bile.
Beni bırakıp gidiyor. Garson ne zaman farkıma varacak acaba? Önemli değil, çoktan ölmeye başladım. Çantam hâlâ sırtımda. Defterlerim de…