Kapımın önüne serdiğim paspasın üzerinde ayakkabılarımı giyerken düşünüyordum, şimdi ne yapacaktım? Hâlâ yeterince ikna edici bir mazeret bulamamıştım. Evde ne kahve ne de çay vardı, bir lokma yemek bile yoktu dolapta. Sadece birer kavanoz nohut ve pirinç… Salçam soğanım bile yoktu. Açtım, ölümüne açtım. Açlık yetmiyormuş gibi stresten de yanıyordu midem. Apartmanın ağır kapısını çekecek gücüm bile yoktu. İki hamlede, hamlelerimin arasında duvara dayanarak çektim, arasından geçmek için bile kuvvetim kalmamıştı. Çıktıktan sonra kapıdan anca kaçabilmiştim. Sırtıma kapanan kapıdan kovulmuş gibi hissedecek kadar alınganlaşmış, sertçe çarpan kapının sesine dayanamayacak kadar tahammülsüzleşmiştim. Kulak zarlarım bile incelmiş olabilirdi açlıktan.
En yakın yemek yeri neredeydi? Ah, param var mıydı sanki! O enerjiye sahip olacak kadar param var mıydı… Üzerimde eskimiş, benden başka pek kimse için değerli olmayacak bir hırka vardı. Ayakkabılarım, pantolonum eskiydi. Çantam yoktu, ceplerimde tutuyordum birkaç eşyamı. Zaten anahtarım ve cüzdanımdan başka hiçbir şeyim yoktu. Bir de bir parça kâğıt…
Bomboş bir kâğıttı, keşke üzerinde işime yarayacak bir şey olsaydı. Üzerine yazacak bir şeyim olsaydı bile bunu yapacak bir kalemim bile yoktu. Gerçi kalem bulmak kolaydı. Bir banka veznesinde meselâ. Ya da bir garsonun siparişi yazmakta olan elinde… Rica etse birisi mutlaka bir kalem verirdi. Ama yazacak bir şeyim yoktu, söyleyecek bir mazeretim olmadığı gibi…
Neden ondan dört yıl uzakta kaldığımı nasıl anlatabilirdim? Anlatmak için bir sürü fırsatım olan şeyleri açığa vurmadan nasıl yapabilirdim bunu! Bunca açlığa rağmen kafamı en çok meşgul eden buydu,
Var olan enerjimi boşa harcamamaya dikkat ederek yürüdüm. Çıkmadan önce kusmayacak kadar çeşmeden su içmiştim. Buna rağmen susamıştım. Keşke bir şişeye biraz doldursaydım. Ama onu taşımak bile imkânsız gibi geliyordu dermansız vücuduma.
Ne söyleyeceğimi planlayamadan evine yollandım. Oraya varabileceğim dahi şüpheliydi, nerede kaldı yalanlar ya da mazeretler planlamak.
Onu yıllardır görmesem de aynı evde kaldığını biliyordum. Kapısını çalarken oracığa, paspasın üzerine çökekaldım. Elim kapının kulpundaydı ama. Biraz dinleniyordum şunun şurasında.
Kapıyı açtığında beni gördü. Birkaç saniye içinde yerimden fırladım, muhtemelen son gücümü kullanmaktaydım.
Yüzüme sakince, hiçbir şey olmamış gibi bakıp;
“Gir içeri,” dediğinde ayakkabılarımı enerjikçe çıkarıp eve girdim. Allahtan salon hemen kapının yanındaydı, girip birlikte seçtiğimiz ve nasıl olmuşsa eskimeyen koltuklardan üçlü olanına kendimi atıverdim.
“Çok açsın ha?”
Nasıl da anlamıştı. Ona yalan söyleyemezdim. Sadece susabilirdim.
Ben susardım da o durur muydu?
Vereceği bir tek lokmayı hak etmiyor olsam da kalkacak olsam bırakmayacağını biliyordum. Ruhunu sömürüyor, bunu biliyor, yine de ona koşmaktan kendimi alamıyordum. Beni geri çevirecek olsa ne yapardım? Rahatlar mıydım; yoksa ona kızar mıydım?
İnsan dediğin ne kadar da hesapçı olabiliyordu. En acıklı hâlimle gelmiştim karşısına, beni geri çevirmeyeceğini bildiğim kıvama getirmiştim kendimi. Bunun için yapmam gereken tek şey biraz dayanmak olmuştu. Ve kahramanca karşısına dikilmek…
Yerinde ben olsam kendimi, yani bu açlıktan dermansız yaratığı sokağa atıp tiksintiden oturduğu o koltuğun minderlerini çamaşır makinesine atardım. Hatta en başta evime bile almazdım herhâlde.
Ama biliyordum, o, zavallı aptal, hiç de öyle yapmayacak, beni bir güzel doyuracaktı.