Kumar oynamayı seviyordum. Kartları pek sayılmaz; ama zarlar… Bir sürü zarım vardı. İşlemeli, farklı şekil ve renklerde, bir kısmı, çok iyi kumarbazlarca anlaşılacak kadar hassas bir ayarda hileli… Bir kısmı desek ayıp olur. Sadece bir tanesi… Yani bir çifti. Hileli zarı ben de sevmezdim çünkü. Ben zarların tekinsizliğinden hoşlanırdım. Bazen, çok nadiren hileli zar kullanırdım. Çok istediğim bir şeyi elde etmek için değil, başkasının çok elde etmek istediği bir şeyi elde etmemesi için…
Şerefsizler… Onlar da istedikleri bir şeyi tekinsiz bir zara bağlamasınlar.
İt oğlu itler…
Tıpkı benim bir zamanlar yaptığımı yapmasınlar onlar da… Tıpkı benim kazandığım gibi kazanmasınlar…
Kazandım da ne oldu ki?
Ne oldu ha!
Kaybettim!
Kazanarak kaybetmenin o sizinle alay eden acayipliği de üzerime bir çuval bok gibi düştü işte.
Böylece, hayat tüm nezaketiyle bir çuval boku verip;
“Afiyet olsun,” diyerek zarifçe, sandalyemin tam bir adım arkasında, sofradan kalkmamı bekledi. Ne diyeyim, sağ olsun…
Ne mi kaybettim? O kadar değerli bir şey değil. Bir çocuğun sevgisi… Bir ev falan değil yani. Bir kadın da değil.
Aslında, bir kadınla oynamıştım kumarı, karımla. Çocuğumuzun vesayeti için.
Bildiğiniz zarlarla oynamıştık ve kazanmıştım. Çoğunlukla şanslı olmuşumdur zaten.
O ise, acı acı gülmüş, çocuğu alıp gitmişti. Kazandığımda arada bir görebilecektim halbuki.
Ardından gitmedim… Geç de olsa anladım o buruk gülüşün sebebini.
Siz anlamadınız mı?
İşte anlamayanlar için zarlar hileli zaten.