Yirmi iki yaşımı kutladığım günün, masallara layık bir doğum günü kutlaması olacağını şüphesiz tahmin edemezdim.
Bir kafe, yapılmak üzere olan sürprizi bilmiyormuş gibi davranmak zorunda bırakılmış şahsım ve bir sürü insan…
İnsanların bir kısmı arkadaşım, kafede oturan, konuyla ilgisiz diğerleri. Ve elbette kafe çalışanları, namı diğer garsonlar, aşçı ya da aşçılar…
Pastayı getiren, ses sistemini saçma sapan doğum günü şarkısını çalması için ayarlayan garsonlardı ne de olsa. Onlara da lanet etmeyi unutmamak gerekir değil mi?
Ben epey ikna edici bir şaşkınlık çığlığı koyuverip mumları hiçbir dilek dilemeden üflerken; son derece sıradan, beyaz yakalı bir tipe benzeyen adamın biri yanıma geldi, mumları üfler üflemez bana elindeki şeyi verdi. büyük bir poşetten el çabukluğuyla çıkardığı vücudu deri ve ahşaptan, kenevirden ipleri olan bir kukla…
Daha kim olduğunu bile soramadan:
“Bir hediye” dedi ve gitti.
Kasaya uğrayıp uğramadığını bile görememiştim.
Elimde kukla, öylece duruyordum ki, sevmek zorunda hissettiğim, “yakın arkadaşım” dediğim bir kız:
“AAA, Zaten bir vantrolog olmak istemiyor muydun çocukken?” dedi. Bu adamın kim olduğunu merak etmemesine şaşırmıştım. Genelde her şeyi merak ederdi oysa. O mu tezgahlamıştı bu numarayı yoksa?
Pek sevmesem de aralarından beni en iyi anlayan sessiz kız sordu sonunda.
“Tamam da bu adam kim? Tanıyor musunuz?”
“Yoo.”
Hep birlikte söylenen bir “yoo” son derece melodik oluyordu vallahi. Görüyorsunuz ya, şu ruhsuz hayatımda bu bile dikkatimi çekiyor.
Bu arada, ilk kızın söylediği doğruydu. Gerçekten bir vantrolog olmak istemişimdir çocukluğumdan beri. Madem bu hediye gelmişti, ben de internetten bulduğum kaynaklarla çalışabilirdim tuhaf hayalimi gerçekleştirmek için.
***
O gün bir şekilde bittiğinde; etrafına deri ve ahşap kokuları yayan esrarengiz kuklam ve birkaç klasik hediyemle eve, odama yollanır yollanmaz, onun benimle konuşmak istediğini hissetmiştim. Kendi sesimle…
“Bir hoş geldin demeyecek misin bana? O kadar uzun yollardan geldim sana kavuşmak için.”
Benim sesimle konuşuyordu ama hem sesimin tınısının alabileceği en pes hâlini ödünç almıştı hem de eğitimli bir vantrolog gibi ağzım oynamıyordu. Sadece gırtlağımdaki ses tellerinin titreşimini hissediyordum. Belki bana inanmayacaksınız; kuklanın göğsü titriyor, dudak niyetiyle yapılmış deri parçaları titreşiyordu.
“Niye geldin ki?” dedim şaşacak bir şey yokmuş gibi.
“İade edildim. Ruhunun bir parçasını bir yerde unutmuşsun da…”
“Öyle mi?”
“Sen onu boş ver de uyu. Bilmiyorsun yarın ne yapacağını.”
“Ne yapacağım?”
“Uyu işte. Yarın görüşürüz.”
***
Kendi sesimle uyanmak tuhaftı. Daha önce kendi sesimi alarm olarak kullanmışlığım vardı tabi de bu başkaydı. Sesimin ne diyeceğini bu kez bilmiyordum. Kendimi dinlemem gerekecekti bu defa.
“Haydi kalk… Bilmiyorsun bugün ne yapacağını. Kanguru kesesi gibi cebi olan montun var ya, onu al, beni cebine koy ve çık.
Dediğini yapıp sesimin bana yol göstermesine izin verdim.