Atının sırtındaydı… En mutlu olduğu yerde. Kendisini tam hissettiği tek yerde… Atıyla arasında bir eyere dahi gerek duymuyordu. Bilakis, eyerin varlığı ikisini de rahatsız ediyordu. Keza dizginleri yoktu atının. Aralarındaki aidiyet ilişkisi sıra dışıydı. Birbirlerine aittiler. At onun atı olduğu gibi, insan da atın insanıydı. Kimseyle iletişim kurmasını sevmeyen birisi değildi. İnsanlarla yeterince iletişim kurmuyordu sadece. Etrafındakileri severdi. Onlar tarafından da sevilirdi ama hepsi o kadardı işte. civar köyler ve kasaba arasında atlı kütüphane olarak çalışırdı. Aslında öğretmendi ama mesleğini yapmayı tercih etmemişti. Bir okulda saatlerce durmak ona göre değildi.
Mesleğini yapmasa da herkes ona “Hoca” diye hitap ederdi. İnsanlar onun uçuk birisi olduğunu falan düşünmezdi. Hayatlarında çok fazla yer almayan, saygıdeğer birisiydi onlar için. Arada çocuklara değişik masallar anlattığından çocuklarla çok daha fazla vakit geçirdiği söylenebilirdi.
Bir gün, o gün, atının sırtında en uzaktaki birkaç evlik köye giderken; belli belirsiz bir mızıldanma duydu. Sesin nereden geldiğini araştırmak için attan indi. O yürürken at da başka bir yerde, başka bir şey görmüştü. O da oraya seyirtti.
Duyduğu ses bir ağaç kovuğundan geliyordu. Kundağa sarılmış bir bebeğe aitti. Bebeği kucağına aldı, geri döndü, gözünün kıyısıyla atın da yabani bir atla yan yana geldiğini görmüştü. Birbirlerine dahi bakmadan ayrı yerlere gittiler. O bebek kucağında, kitaplar sırtında köye, at diğer atla dağlara…