Kumaş mendil satardı. Teker teker işlerdi kenarlarını. Bazen içinden geldiği harfi işlerdi. Alan alırdı.
Öylece, bir direğin kenarında dururdu. Belli bir direğin. Her zaman aynı direğin…
İnsanlar kumaş mendili ne yapacaklardı ki artık? Kâğıt mendile geçmeliydi. Bunu söyleyenlere gülümseyerek bakardı ve
“Kâğıt bir mendili sevdiğine verebilir mi insan? Halaya durabilir mi onunla?” der, başını öte yana çevirir, omuz silkerdi.
Üstü başı dökülürdü ama vakarla direğin yanındaki ahşap peykesinde hem mendil işler hem de işlediklerini gelene geçene satardı. Hiç bağırmaz, hep alçak sesle konuşurdu. Gören görür, alan alırdı.
Bir gün beni durdurup bir mendil tutuşturmuştu elime. Mendili almış, parasını vermiştim hiç istemediğim hâlde. Üzerinde iki harf yazmaktaydı. Adımla ve soyadımla hiç ilgisi olmayan harfler… Keşke almışken değiştirseydim; ama buna meydan vermemişti.
Harflere bakarken bir kadın bana çarpmış, bir an kayıptan sonra kendimi yanımdan uzaklaşırken görmüştüm.
Kendimi… Peki ben kimdim?
Vitrine baktım, Her şey değişmişti. Yüzüm, vücudum, giysilerim, çantam… Sadece mendil aynı kalmıştı. Kolumdaki çantayı açtım. Çantadaki kimlikteki adın ve soyadın baş harfleri, mendilimdekilerle uyuşuyordu.
Yaşamım değişecekti. Ben değişecektim. Mendile Uyabilmek için…