Yetimhanede büyümüş bir insanın sevgiye hasret oluşundan söz ederler hep. Kimin değil ki? Kim değil ki? Ben yetimhanede büyümüş değilim ama insanların sevgiye hasret oluşundan ve buna bizzat kendileri neden oluşundan son derece mustaribim.
Saçma sapan kuruntular, arkalarına gizlendikleri; salt bahaneden oluşan kurallar, ki kurallara karşı çıkmaktan asla söz etmiyorum şu anda, sadece kuralları bahane olarak kullanmaktan söz ediyorum…
Ve daha bir sürü şey, bir sürü şey…
En büyük edebiyatçılar bile bunu yapmışlar. Hem de sanatlarına malzeme yapmışlar sevgiye olan özlemlerini. Yani önce bu sonucu hazırlayıp; sonra da bundan yararlanmışlar. Kötü mü olmuş? Yoo, sadece özlemimiz, sanatçı noterler tarafından tasdiklenmiş hepsi o kadar.
Hasretimiz kendisine büyük alanlar bulmuş onlar sayesinde çünkü artık varlığı özenilesi bir şeymiş belki de.
Kişiden kişiye bulaşmış hasret. Sevgisizlik de…
Özlemek için sevgiyi dışlamış insanlar git gide.
Mesela Kafka…
Prag’da; sevgili mektup arkadaşının uzağında yaşamış, hep onu özlemiştir. Onu ve onun tarafından sevilmeyi… Sevmiştir belki ama sadece kendisi için…
Bunun bir zararı mı vardır?
Bilmem…
Attila İlhan, Aysel’ine ‘git başımdan,’ demiş; onun tarafından sevilme arzusunu itmiş ve ittikçe daha derinden yaşamıştır. O ‘ben sana göre değilim,’ demiştir ama acaba gerçekten öyle midir? Öyle mi düşünmektedir?
‘ben sana göre değilim, sen bana göresin’ mi demek istemektedir acaba?
Yani ben seni severim; ama…
Aaah!
Bunları düşünürken bile anlıyorum hayatın sevmek ve sevilmekten öte bunların boş hasreti üzere geçeceğini. Dünyanın bizler tarafından böyle kurgulandığını çünkü. Ve dahi; korkularımızın ancak buna izin verebildiğini.
Bunları düşünüp ona sevgimi söylemekten vaz geçiyor, boş bir hasreti yaşayanlar, doymayanlar… kervanına katılıyorum böylece.