Trende yolculuk yapmayı çok severdi. Raylardan geçerken oluşan tıkırtı ve çatırtıları zihninde düzenleyip yepyeni ritimler oluşturmayı, koskoca bir hoparlörün içindeki küçücük bir denizanası gibi titreştiği yanılgısıyla eğlenmeyi, vagon aralarında cirit atmayı, tuvalete girmeyi, tatsız tuzsuz da olsa o yemeklerden yiyip içeceklerden içmeyi… ama ille de; getirdiği hurmayı yiyip çekirdeklerini camdan atmayı…
İşte o zaman, her defasında, binbir gece masallarındaki bir masalı anımsardı. Masalda da atmıştı bir adam hurma çekirdeklerini. Öfkeli, acılı bir cin çıkmıştı topraktan ve haykırmıştı adama:
“Sen! Öylesine attığın bir hurma çekirdeği oğlumu öldürdü… Cana can! Ben de seni öldüreceğim! Ölümlerden ölüm beğen!”
İşte, o da bir cinin oğlunu öldürmek istiyordu. Sonra çıksındı cin ve ölümlerden ölüm beğendirsindi ona da…
Kendisinin yapamadığını, cin yapsındı.
O zaman canını kurtarmaları için tüccarlardan masal anlatmalarını istemezdi cinden. Ölümünün şeklini bile seçmişti. Ezilmek…. Ufalanmak…. Bir pelte gibi olmak… Tıpkı yüreği gibi… ama onun gibi tekrar çarpmak, yaşamak ve mutlu olmak zorunda kalmamak… Oğlunun ölüsüne hakaret eder gibi…
Onun da oğlunu öldürmüştü bir adam rastgele attığı metal hurma çekirdekleriyle. Onun da yanmıştı yüreği! Topraktan, ölü toprağından çıkıp;; öldürmek istemişti o adamı o da. Cin gibi büyük değildi. Cinin çığlığı bir kükremeyken; onunki ancak acılı bir martı çığlığı olabilirdi.
Cin kadar affedici de değildi. Yeterdi masallarla yaşadığı.
İşte. Getirdiği tüm hurmaları yemiş, tüm çekirdekleri atmıştı; ama cin min çıkmamıştı.
O da kendi cini oluverdi. Geride, sadece bir şekilde açılan bir tren kapısının yaptığı cereyan kalmıştı.