Çocukken bozuk para biriktirmekle başlamıştı her şey. Demir paraların şıngırtısı o kadar hoşuma gitmişti ki, paranın miktarının önemli olduğu gerçeği çok uzun süre boyunca benim için önemsizdi. Zaten pahalı zevkleri olan bir insan değildim. Çok da kazanmazdım. Bir alışveriş merkezinde çalışıyordum. Bir sinemada bilet ya da duruma göre patlamış mısır, içecek, cips falan satan kişiydim. Daha önceki işimden çok daha iyiydi. O zaman demonte mobilya satan bir yerde çalışıyordum. Herkes devamlı şikâyet ederdi.
Babam gibi…
Liseden sonra okumamıştım. Bilet satmayı pek sevmezdim. Büfede daha çok para üstü veren olurdu her nedense. Ya da küçük para… O paraları bozuk para çekmecesine atmaktan hiç bıkmazdım.
Babamla kalıyordum. Evimiz kirada idi. Annem çoktan ölmüştü. Ablam da ondan önce evlenip gitmişti.
O gün, babam eve geldiğinde pek mutsuzdu. Bahçedeki erik ağacına bozulmuştu kafası. Biz oraya taşındığımızdan beri o ağacın eriğini yemek nasip olmamıştı. Ağaç meyve vermediğinden de değildi. Üzerinde o kadar çok meyve olurdu ki… Sonra, henüz hamken her defasında dökülüverirlerdi. Babam ham meyveleri bile toplamıştı yerden. Tadına baksa da yenecek gibi değillerdi. Hiç olmazdı.
O yıl da öyle olmuştu işte. O da koca ağacı kesmeye niyetlenmişti. Oysa bunun için yetkisi yoktu. Kimseden izin almadan eline baltasını alıp ciddi ciddi kesmeye başlamıştı. Bu ağaçtan ne istediğini hiç anlayamamıştım. Meyve vermiyorsa ne olmuş ki? En azından bir gölgesi vardı ağacın.
Tıpkı benim gibi. Ben de kayda değer bir şey yapmamışsam da en azından şu dünyada bir hacme sahiptim. Belki de babam, bana yapamadığını ağaca yapmak istemişti.