Yavru domuzcuk evinden kaçmıştı. Bir domuz çiftliğinden… Bir yerden kulaklarıyla topladığı bir umut kırıntısı uğruna bir yola çıkmıştı işte, bakalım ne olacaktı. Umutluydu domuz. Umut kırıntısı, bir domuzu kesmek üzere götüren bir insandan gelmişti.
“Müslümanlar,” demişti adam burnundan küçümseyen bir havayla birlikte bir sümük parçacığı fırlatarak.
“Bu güzelliklerin etini yemiyorlar…”
Müslümanlar da onlar gibi insan olmalıydı. Nasıl anlayacağını bilmiyordu bir Müslüman gördüğünü; ama bir şekilde kırıntıları takip edecekti böyle. Ümit kırıntılarını…
Galiba bulmuştu bir Müslüman. Ona ifadesiz gözlerle bakan birisini bulduğu için böyle düşünüyordu. Oysa sonradan birkaç cümleden seçebildiği kadarıyla bu adam Yahudiydi ve domuzlardan son derece nefret ediyordu. Yine de yemiyordu onu. Anladığı kadarıyla bir domuzu yemek günahtı; çünkü domuz, yani kendisi ve benzerleri, kirliydi, pisti, haramdı. Yine de onu bir yere kapatmıştı. Galiba satacaktı bir yerlere kesilmesi için.
Yani umudu boşa çıkmıştı. Belki onu yemiyorlardı ama ondan yararlanmanın bir yolunu mutlaka buluyorlardı işte.