Metrodayım. Birkaç durak sonra ineceğim ama orada kalmak istiyorum. Gideceğim yere varmaktan korktuğumdan değil, öyle istiyorum işte. Hiçbir yerde olmak istemediğimden olmak için en mantıklı yer burası. Me de olsa hiçbir yerde olmak gibi bir şansım yok. Ama istesem burada metro saati tükenene ya da acıkana, susayana, tuvaletim gelene kadar kalabilirim. Telefon da çekmiyor nasılsa. Ha evet, bazı yerlerde çekiyor. Ne olmuş ki, kapatırım olur biter. Ha, bazı istasyonlarda tuvalet var, hatta ufak tefek şeyler satan fırınlar bile var. Turnikeden çıkmak gerekiyor ama olsun, yine girerim. Param biterse… Bilmem bir yolunu bulabilirim. Gece de kameranın görmeyeceği bir yer bulur oraya sığınabilirim pekâlâ, ne olacak ki?
Ama olur, çok şey olur. Bir kere onu göremem. Tam üç durak sonra inmezsem, turnikeden geçip üç yürüyen merdivenden hızlı hızlı yeryüzüne çıkmazsam, sonra karşıya geçmezsem onunla karşılaşamam. Olmaz!
Daha ne? Madem olmaz, bunu niye düşünüyorum?
Ne istiyorum? Ne istemiyorum?
Onu görürsem ne olur?
Önce bana sarılır. Ben de onu kucaklamak için kaldırırım kollarımı. Gönülsüzce de değil üstelik, bunu gerçekten de isteyerek yaparım.
Sonra;
“Eee, şimdi ne yapıyoruz?” der ve kolunu omzuma atar.
Ben de;
“Bilmem,” deyip gülerek yüzüne bakarım. Çünkü bilirim. Hep aynı şeyi yaparız çünkü. O kafeye gideriz, birer tost ve büyük çay alır öylece otururuz. Hiç konuşmayız. Sonra önce o tostunu ve çayını aynı anda bitirir. Ben önce tostumu, sonra çayımı bitiririm. Hesabı o öder ve oradan çıkarız. O zamana kadar ben sadece ağzından bir cümle işitmiş olurum. O da benden bir sözcük işitmiştir. “Bilmem.”
Gerçekten de bilmem. Bilmem neden böyle hiçbir şeyi değiştirmeyiz? Hiç bilmem. Neden buna her cumartesi böyle devam ederiz? Birbirimizden ne isteriz? Hiç bilmem.
O bilir mi şimdi ne yapacağımızı acaba? Bence o da bilmez.
Hep sorar çünkü.
Ve sonra yine metronun önünde bulurum kendimi.
Ve yine kucaklaşıp ayrılırız.