Rengarenk kuşların arasında uçuyordum rüyamda. Ellerimde bir atın kuyruk kıllarından biri, onu dümen gibi, ya da dizgin gibi tutuyordum. Sağa çekiyordum, sağa gidiyordum. Geri çektiğimde de havada duruyordum. Sonra bir rüzgar onu elimden aldı ve ben düştüm.
Uyandığımda kadife hissi veren bir dokunuş hissettim başımda. Bir atın dudakları…
Saçlarımı şefkatle çekiştiriyordu. Onun kuyruk tüylerinden biri de elimdeydi. Henüz kuyruğundan kopmamış bir tüy… Onu bırakıp ayağa kalktım. Göğe değil; ama çöle dalacaktım. Yepyeni bir yer görüp; beğensem de beğenmesem de orada yaşamak için.
Bir çölün neresini beğeneceğime dair bir fikrim yoktu. Bu da beni karamsarlığa sürüklüyordu. Mecburen orada öğretmenlik yapacaktım. Öyle istemişlerdi. Üzerimde hakları bulunan insanlar, böyle uygun görmüşlerdi. Beni istedikleri zaman öldürme hakkını saklı tutan insanlar. Onlar öldürmeseler de ruhum ölecekti o çölde. Ben deniz insanıydım. Bir yerlerde bir dalganın karaya vurduğunu bilmesem, bunu havada hissetmesem yaşayamazdım. Oraya her şeyi öğretmek için gidecektim. Bilmediklerimi bile…
Tanrıyı öğretecektim onlara. Oysa kendisini hiç görmemiştim. Gökyüzündeki yıldızları öğretecektim. Onların da çoğu ölüydü zaten. Gecikmiş ışıklarının gecikmiş şahitleri olmanın bir anlamı yoktu.
Toprağı ve bitkileri öğretecektim ama orada doğru düzgün toprak ve bitki yoktu ki. Onlara saygıyı ve sevgiyi öğretecektim. Peki ben onları sevecek miydim? Saygı duyabilecek miydim onlara?
Atıma atladım ve kendime, ölme riskini alarak yaşamayı öğretmeye karar verdim.