İlk gittiğim psikolog bana aşık olmuştu. İlk görüşte… Sorunumu bile sormadan; benimle ilgilenemeyeceğini çünkü daha ilk görüşte, benden etkilendiğini söylemiş ve beni başka bir arkadaşına yönlendirmişti.
O zaman sorunumu sorsaydı ne düşünürdü, peşimden koşar mıydı; merak ederim hep.
Sorunum, sevememekti. Sevgi ya da sevgisizlik birdi benim için. Bir şey eğer zıddıyla dahi var olamıyorsa, korkmalısınız. O yoktur sizde. İşte benim için sevgi öyleydi. İnsanları sevip sevmeyeceğime sezgisel olarak onlarla eşleştirdiğim müziklere göre karar veriyordum. Bu müzikleri de çoğunlukla telefonumda onlara tanımlıyordum.
Bilinmeyen numaralarda ise en sevdiğim parça tanımlıydı. Mozart’ın kırkıncı Senfonisi… Benim için bilinmeyenin huzurunu çağrıştırıyordu o parça. Bilinmeyen güzeldi, içinde huzur gömülüydü bilinmeyen her şeyin benim için; çünkü hazırdım.
O adamın bir kuyumcunun gözlerine benzeyen gözlerini ve dimdik sırtını bir müziğe gerek görmeden sevmiştim.
Aylar geçmişti ve ben o sırt ve gözleri unuttuğumu zannetmiştim ki, bilinmeyen bir numaranın huzurunda o aradı. Sesini tanımamıştım ama bana kendisini hatırlatınca buluşmayı hemen kabul ettim.
Şimdi bebeğimizi oynamaya götürdüğümüz parkta pembe iki leke arasında oturmuştu. Banka yaslandığında, o dimdik sırtı tam iki lekenin arasına denk gelince, şansın da bizden yana olduğunu hissetmiştim. Lekeleri de; bankı da, onu da sevivermiştim. Ayrıca içtiğimiz sigaranın markası da aynıydı. Bunu da sevmiştim.
Oysa şimdi boşanmak üzereyiz…
Neden?
Bebeğimizi sevemediğimden.
Neden?
Kendi içimden çıkmasına rağmen ona uygun bir müzik bulamadığımdan…
Neden?
Neden kocamı sevmem için bir müziğe ihtiyacı yokken onu bilinmeyen numaranın müziğiyle sevebiliyorken bebeğimin bir müzikle eşleştirilmeye ihtiyacı vardı diğer insanlar gibi?
Önceleri, doğma esnasında bana verdiği acı yüzünden sevemediğimi düşünmüştüm; ama öyle değildi durum.
Bu durumun nedeni, bebeğimin bir müzikle eşleştirmeye yetecek bir kişilik oluşturamamış olması, benim de bunun için sabrımın bulunmamasıydı. Dahası, kocamı ondan kıskanıyor olmamdı.
Tam onları terk ediyordum ki, ona babasının hediye ettiği ksilofonla bir şeyler çalmaya başladı. Bir başı, bir sonu olan, özgün bir parça…
O müziği bulmama gerek kalmamıştı, zaten o yaratmıştı.