Ateşin başında otururken; düşünceleri kıvılcımlar gibi dağınık ve gelgeçti. Bir yerden başlarken başka bir yerde başka biri başlıyor, birbirlerine karışarak bir oluyorlardı. Daha onlar birleşmeden; başka bir taraftan bir başkası baş veriyordu.
Bu da bir kütükmüşçesine zihnini tüketiyordu. Düşüncelerini inip kalkan kaşlarından, açılıp kapanan gözlerinden ve buruşan yüzünden okuyabilir; kah ağzından verip; burnundan aldığı, kah burnundan verip ağzından aldığı, kesik kesik nefeslerinden dinleyebilirdiniz.
Antik toplumlarda olduğu gibi, onun da ocağı hiçbir surette sönmezdi. Yaktığı ateşte asla kömür kullanmazdı. Çabucacık sönse de hep reçineli ağaç kullanmayı tercih ederdi.
Konu ateşe geldi mi; bir Mecusiden daha çok severdi ateşi. Ne var ki, bunu bir din olarak benimsememiş, ateşi ateş olduğu için sevmişti.
Aslında sıradan bir esnaftı. Bir lokantada döner ustasıydı. Tüm gün ateşle ilgileniyordu yani. lokanta onundu; ama kendi lokantasında usta olarak çalışmak kasada durmaktan daha tatmin ediciydi onun için. Zaten elemanları ondan çekindiklerinden yanlış bir şey yapamazlardı. Bunun sebebi iri yarı olması değildi. İri yarıydı; ama asıl tavırlarıydı ürkütücü olan. Her şeyi bilirmiş gibi bakan, kızarmış gözleriydi. İnsanın yüzüne dimdik bakardı bu gözler ve içini titretirdi. Bu gözlerle sanki ruhlarındaki ateşi söndürürdü.
onun için her şey, bir şekilde ateşe gelip dayanıyordu. Sanki topraktan değil de; ateşten yaratılmıştı.
Bazen akşamları arkadaşlarıyla bir yerlere giderdi ama o zaman bile elinde mutlaka bir çakmak olur, o çakmağı yakıp söndürürdü.
Bir gün, bir kadın gördü. Kadın uzak bir ülkeden gelmişti oraya, turistti. Buz mavisi gözleri, buz gibi çatırdayan sesiyle büyülemişti onu. Dilini bile doğru düzgün bilmese de kadının peşinden soğuk ülkesine gitti. Her şeyini bırakmıştı. Ateşi de.
Ateşi bir de böyle sevecekti. Onun yüzüne bile bakmayarak… Onun zıddına kaçarak. Ondan nefret ederek… onu umursamayarak…