Kilden heykeller yapıyordu. Mesleği buydu. Sanatçı… Seramik sanatçısı… Sonra onları fırınlayacaktı. Sonra da satacak, para kazanacaktı. Sonra yine heykel yapacaktı ve böyle devam edecekti.
Yaşlı bir kadın, fırın yandığı için aşırı sıcaktan kafasının bulandığı bir anda, atölyesine girip ondan bir siparişte bulunana kadar çok az kişi varlığından haberdardı.
“Heykelimi yap…”
Selam dahi vermeden böyle demişti, yüzü kırış kırış olan, gözleri sırlanmış kaya gibi parıldayan kadın. Bir kayayı neden sırlamaya gerek duyacağınız tamamen ayrı bir konuydu.
İstifini bozmamıştı genç kadın ve ne kadar büyüklükte bir heykel olmasını istediğini sormuştu yaşlı kadına.
–Ben ne kadar büyüksem…
Fırın yeterince büyüktü; ama kilden yapılmış bu kadar büyük bir heykel mutlaka zarar görürdü. Kil yerine başka bir şeyden yapılmasını tavsiye etmeliydi. Bu onun göreviydi.
–Başka bir şeyden olmasını istemiyorum. Heykeli fırınlamanı da istemiyorum. Yaptıktan sonra bana haber ver kafi…
–Fotoğrafınız? Nasıl bir pozisyonda olsun? Ne giysin?
–Bana iyice bir bak ve fotoğraf kullanmadan yap. Aklında ne varsa…
Başka biri kesinlikle kabul etmezdi ama o zihnine güveniyordu ve kabul etti.
Üç ay geçtikten sonra heykel hazır olmuştu. Yaşlı kadını aradı ve kadın birkaç saat içinde oradaydı.
Kadın atölyeye girdiğinde, iyi ki gözlerini sırlanmış kayayla yaptığını düşünmüştü genç kadın. Yüzü tıpatıpken gözlerini o şekilde yapmasaydı heykel kesinlikle benzemeyecekti aslına.
Yaşlı kadın heykele dokundu ve yığıldı. Heykel tezgahtan indi ve ölü kadının çantasının içindekileri kendi çantasına boşalttı. Nasıl olsa sanatçı çantasını da yapmıştı. Hem de tüm gerçekçiliğiyle.
Bizzat yaptığı heykel, genç kadına bir çek yazdı. Hem de kendisini yaptığı için. Bunu yeni idrak ettiği sırada, arkasında ölü bir beden bırakarak oradan ayrıldı.
Genç kadının tek tesellisi, hapis yerine bir deliler hastanesine kapatılmış olmasıydı. Orada kilden heykeller yapmaya devam etti.
Heykelleri fırınlatmadı. Belki bir gün birisini o da canlandırabilirdi.