Yağmur yağıyordu. Dışarda tek başına yürüyordu. Çok bildik bir sahneyi yaşamaktaydı. Filmlerde ve kitaplarda yaşanıp duran bir sahneydi bu. Gözyaşları yağmura karışmaktaydı. Neden ağladığı ise kendisi için dahi bir muamma idi. Polar hırkası sırılsıklamdı. Yağmuru açlıkla emmiş olmasına rağmen ıslaklık ona ulaşmamış, hırka daha doymamıştı. Nedenini bilmese de ağladıkça rahatlıyor, adeta içinden bir şeyler uzaklaşıyordu. O kadar çok ağlamıştı ki, birkaç damla gözyaşı yere düşmüştü. Belki de bir böceğin üstüne inmiş, böcek ise onu düşen on binlerce damladan biri zannetmişti.
Bir yerlerde okuduğu gözyaşı şişelerinden bir tane olsaydı keşke yanında. Nadir olan gözyaşlarını biriktirebilmek için… Acaba hayatındaki gözyaşlarını toplasa bir şişe eder miydi?
“Ağlamak bırakmaktır,” derdi ablası ve sıklıkla bırakırdı. Koyuverirdi birçok şeyi. O ise bırakmayı pek sevmezdi. Kakasını bile sonuna kadar tutardı bağırsağında. Çişini sık sık kaçırırdı tutma hırsıyla.
Galiba artık gözyaşlarını da kaçırıyordu. Belki de bu yüzden sebepsiz ağlıyordu. Ses bile çıkarmadan… Oysa o kadar yoğun bir şeyin sessizce gitmesi garipti.
Bu hep böyle devam edebilir miydi? Bu damlalar bir başlangıç olabilir miydi? Belki de ruhunu bırakmaktan korktuğundan böyleydi. Bu da; bir türlü yatıştırılamadığından birikip şekil değiştirmiş bir tür ölüm korkusu olabilir miydi?
Mezar başlarında mesela, hiç ağlayamazdı. Belki de o yağmurda ağlamasının nedeni, bir fidanın dibinde gördüğü yağmurdan tertemiz olmuş, mini minnacık, ölü kedi yavrusuydu.