Uçuşan tüyler arasından bir kuş kondu eline. Kuş çırılçıplaktı. Sanki havada bir yerde tüylere izin vermeyen bir bölgeden geçmişti. İnce bir tüy bile yoktu üzerinde. Bu hâldeyken çok kötü görünüyordu. Çok kötü! Sanki uzaydan gelme bir yaratıktı. Oysa basit bir karatavuktu bu. Ve ötüyordu. Çiftleşme çağrısını haykırıyordu. Yok, aslında haykırmıyor, cıvıldıyordu ama bu tüysüz hâliyle insana umutsuzca haykırıyormuş gibi geliyordu. Kuş ondan korkmuyordu. Elindeyken ötebilecek kadar rahattı. Kuş tüyleri alınınca korkmayı da unutmuştu sanki. Yok, başka çaresi yoktu. Kanatlarındaki tüyler olmadığı için uçamıyordu. Şimdi anlamıştı bu cesur görünen hareketinin sebebini.
Acaba radyasyona mı maruz kalmıştı? Bulaşıcı bir şey miydi? Bu aklından geçse bile onu bırakmaya içi elvermedi. Zaten bulaşıcıysa bile çoktan bulaşmıştı. Kuş o kadar güzel ötüyordu ki. Tuhaftır, uçamamaktan bile korkmuyordu. Kalbinin atışları normaldi. Sanki uçamayınca uçabildiğini de unutuvermişti.
Bir kuş daha geldi. O da tüysüzdü. O da eline tam ilk kuşun yanına konuverdi. Onun çağrısıyla gelmiş olmalıydı. Sustular, birbirlerine baktılar, gaga gagaya geldiler ve öldüler.
Tüm bunlara şahit olsa da hiçbir şey anlamayan onu, olduğundan da yalnız bırakarak…