Altı yaşındaydım.
Her şeyi hatırlarım ben. Zaten altı öyle yaşanılanları anımsayamayacak kadar küçük bir yaş değil.
Amcam almıştı Zıpzıp’ı bana. Aldığında adı Zıpzıp değildi tabii. Beyaz, biraz mahzun görünüşlü, normal bir tavşan kadar hareketli olmayan bir tavşandı.
Ama benden büyük olan kuzenim adının Zıpzıp olmasını istemişti nedense. Öyle de olmuştu. Gerçi onunla pek ilgilenmemişti. Her şeyiyle ilgilenen tek kişi oluvermiştim.
Çişi çok kötü kokuyordu ama çok tatlıydı. Seviyordum Zıpzıp’ı. Bir gün, yengem ince iplikten yapılmış siyah bir güpürü dolamıştı boynuna. Çok yakışmıştı.
Tüylerinin yumuşaklığıyla güpürün sertliği, ellerimin altında kontrast oluşturmuştu ve bu hoşuma gitmişti.
Her gün, saatlerce Zıpzıp’ı severken güpürün tüm ilmeklerini sayardım…
Bir gün, bu güpürü tam ortasından kesersem ne olacağının düşüncesi gelip oturdu zihnime. Bir türlü çıkmıyordu bu düşünce. Bunu düşündükten sonra, her şeye simetrik olarak bakar olmuştum. Ne bulur, ne görürsem, ortasından bir çizgi geçiriyordum hayali…
Zıpzıp’ın kafesinin yukarısındaki baltaya takılırdı gözlerim bunu düşünürken.
Bir gün, baltayı alıp güpürün tam, tam ortasından geçirdim. Ve her yer kanadı…
Her yer…
Zıpzıp’ın kafası zıpladı.
Güpür ona engel olmadı.
Sonra baltaya baktım. Ortasından bir çizgi geçirebilmek için… ama keskin şeylerin ortasından çizgi geçmiyordu. Keskin şeyler, simetrik yapmak için vardı diğer şeyleri.
Ve onları kullanmak için de ben vardım.