Karşılıklı iki tekli koltukta oturuyoruz. Aramızda uzun, dikdörtgen bir sehpa var. İyi ki var… Yoksa üstüne atlayabilirim. Yumruklarım, kısa saçlarını çekerim. Kısa olması daha iyi. Daha çok acıtır. Ellerimle kavrayabileceğim kadar uzun olduğundan tam ellerime göre. Sehpanın üzerinde cam bir tabak, tabağın içinde küçük küçük sabunlar var. Tabağın yanında kurutulmuş çiçek dolu bir de vazo. Şimdi çarpsam o çiçekler dökülüp ortalığı kirletir. Gerek yok böyle bir şeye.
Diyelim ki hıncımı alamadım, şu dededen kalma kılıcı çeksem saplasam boynuna, gebertsem bitse gitse!
Ama olmaz ki. Ondan sonra temizlemesi var. Çıkmaz ki kan lekesi. Hem rüyalarıma falan girer, bir de onun rüyasıyla uğraşamam. Zaten hayatımın kâbusu olmuş.
Diyelim ki öldürdüm. Ev zaten kira, aldım başımı başka yere taşındım diyelim. Tut ki rüyalarıma falan da girmedi… Sormazlar mı bana onu “nerde” diye? Her seferinde aynı rahatlıkla söyleyebilecek miyim yalanı? Uydururum bir şey canım, o kolay. İnsan neye alışmıyor? O yalanı da söylemeye alışıveririm…
Ama ya bir şey çıkarsa? Ayak uydurabilir miyim çıkan ne ise ona?
Yok yok…
En iyisi sakin olayım ben.
Belki başka zaman…