Tarçınlı kekini pek severdim. Onunla ettiğimiz o yoğun, kültürle yoğrulmuş muhabbetlerin süsüydü. Bir kek bir de çay… Bazen üzüm de koyardı keke, o zamanlar özel günlerin göstergesiydi sanki. Mesela bir aydan fazla görüşmemişsek bilirdim ki, görüştüğümüz ilk gün üzümlü kek yapacak. Gitmeden önce ya da o günlerde canım sıkkınsa bilirdim, o gelişimde önüme gelen şey üzümlü kek olacağını.
üzümlü, tarçınlı kek…
O kek eşliğindeki sesi beni kendimden geçirmeye yeterdi. Sanki tarçın onun tütsüsüydü. Kış günlerinde binbir emekle karıştırdığı doğal salebe de katardı bol tarçın. Onun doğal atmosferiydi sanki. Diğer insanların oksijene ihtiyacı varken onun tarçına ihtiyacı vardı.
Teri bile tarçın kokuyordu. Yanından ayrıldığımda ilk fark ettiğim şey, günlük kuruntularımın birkaç saatliğine benden kaçtığı olurdu.
Bir gün onunla çok stresli bir zamanımda, gittiğim bankada karşılaştım. Bankada çalıştığını biliyordum; ama onu yüksek bir gişenin arkasında görmek bambaşkaydı. Sesinde o huzur yoktu. Resmiyet vardı. Evet, bana selam vermiş, aynı muhabbetle yüzüme bakmıştı; ama ortalık para kokuyordu, tarçın değil…
İmzaladığım kağıdı ona vermek için uzandığımda tarçın kokusunu almasaydım, o an…
Yine de o koku burnuma çalınmıştı ve ben rahatlamıştım. Tarçına para bile yakışıyordu. Para bile kirletmiyordu onun kokusunu.
İyi ki…