15.11.2023

Eski tarz bir mimardım ben. Hem mimar, hem müteahhit, hem de bir inşaat işçisi.
Bundan zerre kadar utandığım ya da böyle olabildiğim için kibirlendiğim yoktu. Aslında bir zamanlar kibirlendiğim doğruydu; ama işimi yapmanın zevki diğer tüm duygularımı önemsizleştirmişti.
Baba mesleğim müteahhitlikti. Babam yaşamı boyunca çok fazla risk almış, neredeyse hep kazanmıştı. Kaybetse bile çok az şey kaybettiğinden, bir servetin müstakbel sahibi olarak doğmuştum. İnşaatlarda büyüdüğümden mimar olma fikri neredeyse doğuştandı.
En çok eski mimarlara özenirdim; çünkü onların gerçekten işin başında olmaları işlerini daha iyi yapmalarını sağlıyordu. Ürünlerinden anlayabilirdiniz bu gerçeği. Kendi kendime söz vermiştim. Ben de böyle bir mimar olacaktım.
Üniversiteden birincilikle mezun olduktan bir ay sonra babamı kaybettim. Kardeşim yoktu, annem de ben doğarken ölmüştü. Yani koca dünyada tek başıma, işime olan sevgim ve gayretim dışında oyalanacak bir şey olmadan kalakalmıştım. Kendimi zengin bir sokak çocuğu gibi hissediyordum.
Ben de epey kapsamlı olan işime yöneldim. Yaptığım tüm işlerin her aşamasını kendim tasarlayıp yönettim.
Günlük uzun yürüyüşlerimden birinde, hiçbir zaman belli bir
güzergâha göre yürümüyordum, bir çocuk parkına gireyim dedim. Girdiğim parkta tertemiz kıyafetli, mis kokulu bir sürü çocuk kumda, kuma hiç bulaşmadan oynuyorlardı. Pislik içinde bir çocuk da bir kenarda öylece oturuyordu. Yanına gidip neden diğerleriyle oynamadığını sorduğumda, sanki yanıtını bildiğim soruları neden sorduğuma anlam veremezmişçesine, yanıtını bildiğim soruya cevap vermeyi reddederek yüzüme sabit bakışlarla baktı. Üstüne gitmek, çocuklara onu da aralarına almalarını söylemek anlamsızdı. Ben de. Evime gidip bilgisayar masamdan, yani kendimden medet bekledim. Eski zaman mimarlarına her ne kadar çok benzesem de; yepyeni bir zamanın mimarıydım. Dolayısıyla bilgisayar kullanan, projelerini eski zamanlardaki mimarlardan çok daha hızlı çizebilen, hızlı çözüm üreten bir mimar…
Benim gibi zengin olmayan türdeşlerim, yani sokak çocukları için bir parkın projesini o gece bitirmiştim. Dillere destan bir park olacaktı. Ekran üstünde bile belli oluyordu böyle olacağı. Basit çocukların basit eğlenceleri olmayacaktı bu parkta. Zorlayıcı olacaktı oyuncaklar. Risk alacaktı çocuklar herhangi bir oyuncağa bindiklerinde. “Oyuncak” diyordum; ama aslında onlara yakışır oyuncaklardı bunlar. Son derece riskli olan hayatlarında sığınacakları onlara yakışan; ama güvenilir oyuncaklar.
Bu parka sadece sokak çocukları girebilecekti. Onlar da bu hayatta birilerini dışlayabilecekti artık. Belki de dışlamak istemeyeceklerdi. Umarım öyle olurdu. Dilerim diğer çocukları da içlerine alacak kadar koca yürekli olurdu benim çocuklarım.
***
Parkı kendime ait olan arazilerden birisine yaptım. Şehrin göbeğindeki, bir alış veriş merkezi yapmam halinde servetime servet katabileceğim bir araziye .
Gizli yerlere, ihtiyaç halinde geceyi geçirmeleri için sıcak sığınaklar kondurdum. O sığınakların yerini bulabilecekleri bir labirentin içine yerleştirmiştim onları. Güçlü olanın aksine, akıllı olanın hayatta kalması için.
Labirentin ortasındaki büyük ödül de mekanik bir makineydi. Otistik bir bilim kadınının kendisi için modifiye ettiği bir inek sağma makinesi. Bu makineyi de otistik olan, yani başka insanların dokunuşuna katlanamayan bilim kadınıyla aynı sebeple, başkalarının dokunuşlarını arzulasalar da elde edemeyen sokak çocuklarının dokunulma ihtiyaçlarını gidermeleri için oraya koymuştum. Tıpkı bazen kendim kullandığım gibi.
Lâbirentin zaman içinde labirent olmaktan çıkacağını, çözülebilir olacağını biliyordum. Bunun için devamlı değişen bir labirent tasarlamış, onu işe aldığım bekçinin gece yarısı değiştirebileceği şekilde inşa etmiştim. Yani labirent rastgele ve devamlı değişen bir yapıdaydı. En azından ben ölene kadar. Elbette ondan sonraki zaman için de plan yapmıştım. Bir sokak çocuğunu bekçi olarak görevlendirmiş, bu sorumluluğu ona vermiştim. Öldükten sonra maaşlarını ödemeye yetecek bir fonu da vardı. Parkın özel fonuydu bu. Bekçisinin maaşından bitkilerinin su parasına kadar her şey oradan karşılanacaktı.
Parkın adı yoktu. O bölgedeki, belki de oradan kilometrelerce uzaktaki sokak çocukları “park” dediklerinde benim yaptığım park olduğu anlaşılacaktı. Duvarları bir evin duvarları gibi tertemiz, güvenilirdi. Sivri taşlarla çocukları itmiyor, tersine, evlerindeymişçesine duvarları boyuyorlardı bu çocuklar. Çim yerine fundalıklar vardı zeminde. Tüm bahçe görevlileri sokak çocukları arasından istihdam edilmişti. Bizzat seçmiştim.
Bu parkı tasarlayıp inşa ettikten sonra, bir gün, kendimi artık zengin bir sokak çocuğu gibi hissetmediğimi fark ettim. Bir baba gibi hissediyordum artık. En azından ben, artık o mekanik makineyi kullanmıyordum. İstediğim zaman parka gidip kucaklanmaya istekli bir çocuğa sarılabiliyordum çünkü.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir