Günbatımı için yaratılmıştır Napoli. Sanki güneş doğduğunda uyunmalı, batmaya yakın uyanıp seyredildikten sonra güne başlanmalıdır buralarda.
En azından iki gündür zihnimde oluşan intiba bu yöndeydi. Arkadaşlarımdan ayrılmış, aç karnımı doyurduktan sonra cep nargilemden çektiğim birkaç nefesle yatışacak, hızlı tempomdan o muhteşem fokurtu eşliğinde sıyrılacaktım. Aslında nargile yalnız başına içilmemeliydi. Birkaç yıl önce olsa böyle düşünmüyor olacaktım ama şimdilerde bu meretin tek başına içilmemesi gerektiği fikrindeydim. Ne var ki, Napoli’deydim ve tanıdık bildik bir şeyi, meçhulün ortasında tek başıma yapmak arzusundaydım.
Napoli’nin rüzgarlı, dar sokaklarında ağır ağır yürürken; navigasyondan yakınımdaki restoranlara baktım. Hoş bir tınısı olan bir yeri seçecektim. Kulağımın götürdüğü yere gidecektim.
Girdim. İki kanatlı, hafif gıcırdayan bir yerdi. Küçücüktü. Mutfağın yanındaki bir alt kat terasına yönlendirildim sessiz, yumuşak bir el tarafından. Sarmaşık güller ve bilmediğim, mis kokan çiçeklerle donatılmıştı teras.
Dükkanda kimse yoktu. Yanı başımdaki mutfakta bir şeyler pişiyor, muhtemelen aynı yumuşak ve sessiz el tarafından bir şeyler karıştırılıyordu yumuşakça.
Bir şey sipariş etmeyecektim. Cep nargilemi kurdum ve bekledim. Sanki telepatik bir iletişim vardı onunla aramda. Güvenle bekliyordum sadece. Başka birisi de görünmüyordu içerde.
Mis gibi bir çorba kokuyordu. Unla terbiye ediyordu çorbayı muhtemelen. Baharat, sebze…
Yumuşacık koydu önüme. Hiçbir şey de söylemiyordu. Kaşığı elime alıp ilk yudumu onun yumuşaklığıyla ahenkli bir şekilde yumuşakça höpürdetene kadar bekledi. Yüzümdeki ifadeyi, karşıdan karşıya tek başına geçen çocuğunu izleyen bir anne temkiniyle izleyip beğendiğimi anladıktan sonra, yumuşak bir mutlulukla gülümsedi ve işine geri döndü.
Yavaşça içtim çorbamı.
Bir yandan da burnum mutfakta, kulağım hareketlerinin çıkarttığı seslerdeydi.
Makarna mıydı o? Birçok kişinin aksine ben İtalya’nın makarnasını daha çok sevmiştim. Pizza o kadar çekici gelmemişti bana. Ne İtalya’da ne de Türkiye’de.
Ah! Makarna pişiriyordu sessiz meleğim! Sanki bu restoran da onun harikulade yemekleri de benim için yaratılmıştı.
Küçük bir tabakta getirdiğinde az kalsın sessizliği bozup huysuzluk edecektim. Ben iki tabaktan az yemezdim ki makarnayı. Gözlerimden anladı sanki ve yatıştırırcasına gülümsedi. Uzaklara baktı ‘daha çok var,’ dercesine.
İlk lokmamdan sonraki, ona ağız dolu gülümseyişimi aldı ve gitti mutfağına. Kim bilir daha hangi büyüyü yapacaktı bana?
Bilmediğim bir tatlı pişiyordu… Burnumun haber verdiği kadarıyla hamurlu bir tatlı. Biraz da meyveli…
Geldi ve bu kez o da oturdu karşıma. Bir parça aldı tatlıdan. Ne güzel yiyordu…
Sessizliğini, sisten yapılmış bir pelerin misali üzerine sarmıştı. Ellerinin zarafetini yemek yiyişinde görebiliyordum; ama iştahla yiyişi zarafetine bir sahicilik de katıyordu. Bir tür insanilik.
…
Yemekler bitmişti. Şimdi sırada nargile vardı.
Nargileyi hazırlarken sırtımda yumuşak bakışlarını hissedebiliyordum. Acaba o da içer miydi benimle?
Melekler nargile içebilir miydi?
İçebiliyordu. Hem de büyük bir kontrolle, gram öksürmeden…
İçerken icra ettiği fokurtu bile yumuşacıktı hem de.