Sarhoş olmaktan nefret ediyorum. Vücudumun uyuşması ve dilimin dolanması beni utandırıyor. Her şeyi unutmak cabası…
Yine de o gün tam bir şişe şarap içmiştim. Açık havada içmiştim; ama yine de çarpmıştı beni. Neden sarhoş olduğumu bilmiyordum. Yani özel bir sebebi yoktu. Şişeyi alıp içmeye başlamıştım. Şarabı da satın aldığım dükkandaki adama açtırmıştım.
Şişe bittiğinde, yaklaşık dört kilometre yürüyecek, evime gidecektim. Tek başıma yaşadığım, sadece bir odasında üç at besleyeceğim kadar büyük olan evime.
O kadar büyük evlerden hiç hazzetmesem de miras kaldığı için ve okumakta olduğumdan o evde yaşamak durumundaydım. Zaten ailemle yaşadıklarım her yerine sinmiş olduğundan evi satmam söz konusu bile olamazdı. Mezarlarını kiraya vermek kadar iğrenç bir şey olurdu.
İlk kilometrede ayılmıştım ve insanı kahreden bir hüzün, daha yeni yeni ayılan bedenimi gözüne kestirmiş, varını yoğunu taşıyarak çöreklenmişti. Ne yapsam gitmiyordu üstelik.
Yürürken bir bağırışın beni hüznümden ayırmasına izin verip oraya baktım. Bir at arabasıydı. Galiba kağıt toplayan insanlar kullanıyorlardı. Bir aile olmalılardı ve orada uyuyacaklardı anlaşılan. Yer kavgası yapıyorlardı. Birbirlerine ağız dolusu küfrediyorlardı. Hatta adam bir çocuğu kollarından tutup yere bile fırlatmıştı. Şiddet içeren bir şey değildi bu. Çocuk anında adamın tepesine çıkmıştı çünkü. Ben atların koşabileceği bir yerde hayatın kölesi gibi hissederken; hayat onları avuç içi gibi bir yerde krallar gibi ağırlamakta, onlara canla başla hizmet etmekteydi.