Çocuklarımı asla okula göndermeyecektim. O ‘okul’ dedikleri binalarda sıkıştırıyorlar, çarkın dişlilerine uyup onları büyütecek yassı demirler haline getiriyorlardı yavrucakları. Üzeri bir sürü duygusuz sözcük yazılmış demirler…
İzin verebilir miydim hiç? Ben yavrularımı rengarenk bir fikir evreninde büyütmüşken; baktıkları her şeye bir çiçek dürbünü içinden bakmalarını, o renklilikte görmeyi öğretmişken okullara mı gönderecektim onları?
Mümkün değil olamazdı böyle bir şey. Onun için kaçırdım onları… Kendim de kaçabildim böylece… Herkes sahte diploma düzenleyebiliyordu. Ben niye yapamayacaktım ki? Bir şekilde halledebilirdim. Onları her şeyden haberdar yetiştirecektim hem de. Kendi işlerini kendileri halledeceklerdi böylece.
Bir ormana kaçtık…
Orada küçük bir bölge bulduk kendimize ağaçlarla, ormanın yapısıyla iç içe olacak, hiçbir şeyi bozmayacaktık. Böylece doğaya saygı duymayı da öğretecektim onlara.
Meyve ağaçları aşılanmamış olacaktı mesela. Alabildiğimizi alacak, alamadığımızı bulacaktık. Tabii güneş panelleriyle elektrik de getirecek, teknolojiyle çalışmayı da öğretecektim.
Yaşadık da…
Onlara her şeyi sağlamıştım, yapabildiğimi yapmış, öğretebildiğimi öğretmiştim. En çok da öğrenmeyi öğretmiştim…
Artık geldiğim dünyayı görmenin zamanı gelmişti onlar için. Ailemle tanıştıracaktım onları.
İlk defa, annemin sevgiyle uzattığı bir tabak kuru kayısıyla karşılaştılar. Anneme Sürpriz yaptığımdan, daha gelir gelmez, yemekte olduğu tabağı uzatmıştı onlara şaşkın ve dalgın bir mutlulukla.
Onun kuru kayısı olduğunu elbette biliyorlardı. Dediğim gibi, bu dünyanın hiçbir şeyine yabancı değillerdi. Yine de; ikisi de birer lokma aldıkları an aynı ifadeyle baktılar bana.
‘Değişmiş! Değiştirmişler!’
Oysa bunun da farkındaydılar; ama farkında olmakla yaşamak, tatmak çok daha başkaydı anlaşılan.
O birbirlerine eş olan ifade tiksinti doluydu. Onlar buna rağmen kalacak, konfor alanlarına gitmeyi hiç düşünmeyeceklerdi. Umarım… Onlara bunu da öğretmiştim çünkü. Konforu pek sevmemeyi…