‘Çocukluğumdan itibaren kararlıydım, yazar olacaktım.’
Yok öyle bir şey aslında. Çocukluğumda hâkim olmak istiyordum ben. Önce avukat tabii mecburen…
Öylesine yazıyordum bazen. Sonra büyüdüm. Hâkim falan olamadım. Avukat bile olamadım ki hâkim olayım. ‘Ama yazdım, yazdım, yazdım!’
Hadi oradan. Hiç de öyle olmadı. Yazmak istedikçe yazamadım. Öööylece kaldım. Yazdığım her cümle çıktığı zaman kendimi bir halt sanıyordum çünkü. Yazmanın zor zanaat, yazarlığın insan üstü bir şey olduğunu falan düşünüyor, her sözcüğümde kendimi zirveye biraz daha yaklaşmış hissediyordum. Yazdığım her şeyi özgün, başkasının akıl edemeyeceği şeyler zannediyordum. Büyük cümleler kuruyor, yazdıklarıma tapıyordum. Her sözcüğümün önemli olduğunu düşünüyor, yaratma eyleminin çok çok zor olduğunu zannediyordum.
Sonra ne oldu? Hiçbir kelimemin asla özgün olamayacağını, haddimi bilmem gerektiğini anladım.
Yani özgün olmanın tanımını yanlış yaptığımı anladım aslında. Özgün olmak yazdıklarını icat etmek değildi. Konuyu senin bulmuş olman değildi. Bulduğun tabirleri sadece senin yazabileceğin, başkasının aklına bile gelmemiş olması demek değildi.
Samimi olmak, düşündüklerini ve hissettiklerini, anlaşılır olmaması için binbir dereden su getirmeden; yazmaktı. Benzetme yeteneğini anlaşılır olabilmek için kullanmaktı özgün olmak. O konuda hiçbir şey düşünmemiş insanı bile konuya vakıf kılmaktı. Her şeyi hazır vermemekti özgün olmak; çünkü o zaman özgün olamaz, sadece bir öğünün yemeğini verebilen bir aşçı olurdun. Sende kısıtlı bir malzeme olduğu, olmayan malzemeyi kullanamadığın için tatsız tuzsuz yemekler olurdu bunlar. Özgün olmak, okuyucuyla birlikte yapmaktı yemeği. Böylece domatesi olan domatesi verir, biber yetiştiren biber sağlardı yemeğe ve her şey organik olduğundan yemek mis gibi olurdu.
Yani haddimi bilmeyi öğrendiğim anda yazabilir oldum.
Yazar olamayacağımı, sadece o anda yazabileceğimi anladığım anda yazmayı gerçekten sevebildim.