“İyi akşamlar…”
“İyi akşamlar hocam.”
“Nasıl gidiyor?”
“Fena değil hocam. Aslında hiç fena değil… Yine de fazla umutlanmamak lazım tabii.”
“Bir şey mi keşfettin?”
“Hani içlerinde metal bir sandığa benzeyen bir şey vardı ya…”
“Evet…”
“Onu açabildim.”
“Nasıl? Bir zarar gelmedi değil mi?”
“Olur mu hocam. Çok dikkat ettim açarken.”
“Dikkat edeceğini biliyorum… Peki nasıl yaptın?”
“Bir delik vardı ya… İşte onun içine mum akıtıp kalıbını çıkarttım ve yumuşak bir metalle o kalıba göre…”
“Bazen ne kadar da aptal olabiliyoruz değil mi? Basit şeyler dururken… İşte ben senin basit olanı küçümsemeyişini seviyorum…
“…”
“İçinden ne çıktı peki sandığın?”
“Bir yumurta… Ama kabuksuz… Kabuk yerine çok esnek ve delinip yırtılmayacak kadar güçlü bir zarı var. Çok fazla zorlamadım; ama şartlar olgunlaşmadıkça delinip yırtılacağa falan benzemiyor.”
“Bana getirebilir misin bu yumurtayı?”
“Tabii.”
“Sağ olasın. Ben de birer kahve yapayım da içelim karşılıklı. Kutlamak lazım bunu değil mi ya?”
“Ben yaparım hocam kahveleri. Siz zahmet etmeyin…”
“Sen kutuyu getir yeter. Altı üstü bir kahve yapacağız, uzatma… Hem benim elimden bir kahve içmiş olursun… Her şeyi sen yapıyorsun zaten.”
“…”
“Ellerinize sağlık hocam. Çok güzel olmuş kahve gerçekten.”
“İçine bir baharat koydum… Ne olduğunu fark edebildin mi?”
“Hayır…”
“Çok az koymuştum zaten… Tarçın… Büyük bir yudum al bakalım fark edebilecek misin?”
“… Güzel bir lezzet vermiş kahveye gerçekten de. Hem tarçın oldukça yararlıymış vücuda. Kan şekerini…”
“Sadece lezzetli olduğu için koydum ben. Boş versene, zararlı olsaydı da koyardım zaten.”
“…”
“Hem sen neden bu kadar faydacısın? Bir şey işine yaramazsa ya da yararlı olmazsa kullanmayacak mısın yani?”
“Yoo… Yani niye kullanmayayım ki.”
“Neyse… Sen fala da inanmıyorsundur büyük ihtimalle ha?”
“İnanırım da… Yani fal baktırmayı severim falan da… Bakamam ben hocam. Yani kardeşim çok iyi bakardı ama…”
“Tüh… Neyse canım. Biz de kapatmayıveririz. İşimiz gücümüz var zaten.”
“Siz bakmıyor musunuz?”
“Ben mi? Ben faldan ne anlarım yahu?”
”…”
“Neyse… Biz işimize bakalım… Bu kadar delikten hangisinin anahtar deliği olduğunu nerden anladın?”
“Diğerleri dekoratif deliklerdi hocam. Yani gerçekten delik değillerdi. İncecik bir iğneyle teker teker test ettim.”
“İlginç… Delikler de o kadar küçük ki…”
“Çok ince işlenmişler ama. Özellikle anahtar deliği… Dışı küçücük; ama içinin çapı genişliyor. Yani mum kadar yumuşak bir madde olmasaydı mümkün değil kalıbını çıkaramazdık. Yüzlerce çıkıntı ve girinti vardı o küçücük delikte… İnanılır gibi değil yani…”
“Hmm… Çok güzel… Acaba bu delikler dekoratif değil de yumurtanın ihtiyacı olan hava sirkülasyonunu sağlamak için olmasın?”
“… Çok haklısınız hocam. Acaba bu kutuyu açmamalı mıydık?”
“O kadar da değil canım. Kutuyu açmadan önce içindekinin yumurta olduğunu biliyor muyduk sanki? Hem tamamen çıkardın mı sen bu yumurtayı?”
“Yumurtanın ağırlığına falan bakmak için çıkardım. Sonra da hemen yerine koydum hocam. Kusura bakmayın.”
“İşte burada belki de ölümcül bir hata yapmış olabilirsin… Yumurta için…”
“Haklısınız…”
“Peki… Şu kahveni rahat rahat bitir de… Sonra bir bakarız yumurtaya. Ne anlayabileceğiz bilmiyorum; ama bir bakalım. Burada yeterli teknoloji de yok ki adam gibi bakabilelim! Gerçi…”
“Hocam, acaba bu yumurtayı sıcak bir yere koysak nasıl olur?”
“Bir bakalım da… Riskli olur; ama yapacak bir şey olmazsa onu da deneyeceğiz. Önce sandıktaki delikleri incelemek daha mantıklı. Sistemli düşün…”
“…”
“… Aynısından yapabilir miyiz sizce hocam?”
“… Zannetmiyorum… Çok karmaşık görünüyor. … Ama en azından ne işe yaradığını anlayabiliriz. Galiba doğru tahmin ettik… Bu delikler yumurta için gerekli hava şartlarını sağlamak için yapıldı… Şimdi soru şu: Bu delikler yumurtayı hazır olduğu zamana kadar işe yarar tutmak için mi, yoksa bir tür kuluçka amacıyla mı yapıldı?”
“…”
“Neyse… Bugün biraz ara vermemiz gerekiyor bence. Kahveden daha büyük bir ara…”
“Kesinlikle…”
“Bir planın var mı peki?”
“Bilmem… Eve gidip bir şeyler okuyup uyurum herhalde.”
“Ne okuyacaksın?”
“Bilmem…”
“Farklı şeyler okumanı öneririm. Ya da en iyisi okumaktan farklı bir şeyler yapmanı… Biraz eğlenmeni…”
“Siz ne yapacaksınız peki hocam?”
“Biraz yüzebilirim… Ya da belki de birlikte bir şeyler yapabiliriz… Hah! Gel biraz bilardo oynayalım. Biliyor musun?”
“Çok az… Aslında… Bilardo biraz sıkıyor beni hocam.”
“Ne yapmak istersin peki? Belki de birlikte bir şey yapmak istemezsin. Hocanı sabah görüyorsun zaten… Bir de akşam mı katlanacaksın…”
“Estağfurullah… … Satranç oynayabiliriz…”
“Satranç mı!”
“Yürüyüş?”
“Ha bak o olabilir işte. Şu koruluğu keşfedelim biraz ha?”
“Yiyecek bir şeyler de alsak mı?”
“Tabii. Sen halledersin onları. Ben de şu kutuyu yerine kaldırayım.”
“Peki hocam.”
“…”
“Bu çuval nerden gelmiş olabilir acaba? Aklıma bir sürü ihtimal geliyor. Müthiş eğleniyorum bu ihtimallerle. Düşünsene… Uzaydan, mesela bir gezegen olarak bile sayılmayan Plüton’dan geldiğini… Gerçi orası buzlarla kaplı ama… Olsun… Yanlış bildiğimizi tasavvur et… Düşünmek bile çok eğlenceli değil mi? “Siz bizi gezegenden bile saymıyorsunuz; ama daha gönderdiğimiz şeylerin ne olduğunu bilmiyorsunuz… Bilmemek ayıp değil, öğrenemiyorsunuz bile… Teknolojiniz yetmiyor,” dediklerini düşünsene. Gerçi dediklerini bile anlayamayız yav, doğru.”
“Bilmem…”
“Yahu kızım, sen nasıl bir insansın?”
“Niye? … Hocam… Yani sizin gibi… hareketli olamam ki ben… Yani her şeye bir şey uyduran… Yani öyle de değil de…
Plüton’da hayat olmayacağını benden iyi bilirken…”
“Tamam da, ne olmuş ki Plüton’da hayat yoksa? Ya zaten garip bir şeyle karşı karşıya duruyoruz, zaten hiçbir şey bilmiyoruz… Biraz eğlenmenin kime ne zararı var ki? Yahu sen nasıl normal karşılayabiliyorsun anlamıyorum zaten! Manyağın biri merkezin çatısına adi bir çuval atıyor… İçinden saçma sapan, yani hiçbir şey anlayamadığımız abuk subuk şeyler çıkıyor… Lan bu tür bir yumurta gördün mü sen hayatında? Gerçi daha bilmiyoruz… Gerçek mi yoksa sahte falan mı… Ama böyle bir metal gördün mü hayatında… O sandığın metali gibi yani… Bakıyoruz bakıyoruz… Yok! Dünyada bilinen hiçbir şeye benzemiyor! Onu bırak, çuval bile bilinen hiçbir bitkiden yapılmışa benzemiyor ki!”
“Haklısınız hocam.”
“Bu hem muhteşem hem de korkutucu, anlamıyor musun! Garip bir şaka gibi geliyor insana…”
“Hocam, belki sizin için çok zor olacak; ama başka bir şeylerden konuşsak? Bu konu gerçekten geriyor beni artık.”
“Haklısın… Tamam da, başka bir şeyler konuşalım da ne konuşacağız ki? Gerçi ne konuşacağız demek de çok saçma ama…”
“Mesela kendinizden falan bahsetseniz, ben bahsetsem…”
“Önce sen bahset o zaman.”
“Pek bir şey yok; ama… Bir kardeşim daha var. Erkek… Annem birkaç yıl önce vefat etti.”
“…”
“Babam hala sağ; ama pek görüşemiyoruz. Bir dershanede felsefe öğretiyor.”
“Çok güzel.”
“Kardeşim de okuyor… Astronomi bölümünde…”
“Senin gibi yani ha?”
“… Evet. Ben ne yapsam o da özenir ne hikmetse. Önce hakim olmak istemiştim. Ortaokul yıllarında yani. O da o zaman ilkokuldaydı; ama o da istiyordu hakim olmayı. Nerdeyse benden fazla istiyordu hatta… Zaten ben neye özensem o da alırdı. Bir kitap beğenip okusam, ben bitirir bitirmez o da benden alır okurdu mesela.”
“Şaşırmadım…”
“Niye?”
“Örnek alınacak bir kişiliğe sahipsin çünkü. Bazen ben bile seni örnek almaya çalışıyorum, ne yalan söyleyeyim… Özellikle bu aralar.”
“… Siz biraz bahseder misiniz hocam kendinizden?”
“Ben yedi çocuklu bir ailenin en küçük çocuğuydum. Bir şekilde ailemden kendimi kurtarıp okuluma devam ettim. Kendi paramı kendim kazandım aynı zamanda… Sonra da akademik kariyer… Hiç evlenmedim. Ailemle de hiç görüşmedim. Böyle çok mutluyum çünkü. Ne gerek var… Niye onları boşu boşuna yük edeyim ki sırtıma… Bir tane kedim var, pek bir sokulgandır kerata. Onunla ikimiz, bir stüdyo dairede geçinip gidiyoruz işte…”
“Kendinizi hiç yalnız hissettiğiniz olmuyor mu?”
“Oluyor; ama birlikte yaşamaya değer birisini bulmadığın sürece uygun olmayan biriyle yaşamak çok daha yalnız hissettirir insanı… Bukowski Amca’nın bir sözü var meşhur, duymadın mı hiç?”
“hmm.”
“İşte ben onu tamamen destekliyorum. Sadece sözünü ha. Adamın yaşam tarzını hiç tastık etmem, yanlış anlama… Hayatının her dakikasını içip s*çarak ve başka şeyler yaparak değerlendiren bir adamın neyini seveceğim zaten. Tabii içeceksin, s*çacaksın… Başka şeyler de yapacaksın; ama usulünce yapacaksın bunları, değil mi ya?”
“Kesinlikle. Gerçi ben hayatımda içki içmedim.”
“Hadi ya!”
“Gerçekten, hiç içmedim.”
“Neden? Seni birazcık tanıyorsam günah diye içmediğini düşünmüyorum açıkçası. Kesin başka bir sebebi vardır.”
“Aynen öyle hocam. Sadece kontrolümü kaybedeceğimi bilmek çok ağır geliyor bana. Açıkçası bunun için içmemenin daha samimi ve bilinçli bir karar olduğunu düşünüyorum.”
“Ben de çok az, sadece haftada bir kırmızı şarap içiyorum.”
“Zevk için…”
“Aynen…”
“…”
“…”
“Şu çuvaldaki diğer kutuyu nasıl açabiliriz acaba?”
“Onda girinti çıkıntı falan yok. Sadece mikrofon deliğine benzeyen bir delik var o kadar.”
“Bir de parola “açıl susam açıl!” oluyormuş. Oracıkta düşer bayılırım vallahi!”
“Yok artık hocam…”
“Belli mi olur kızım… Uzaylıların espri anlayışı…”
“Sizinki gibi değildir…”
“Ne olmuş benim espri anlayışıma?”
“Öhhö… Geri dönelim mi hocam?””
“Tamam tamam…”
“…”
“Önce yumurtayı keşfetmek lazım… Sonra diğer kutuyu açmaya çalışırız.”
“Tamamdır… Haklısınız.”
“…”
“Yumurtanın ısısı artıyor hocam… Git gide artıyor!”
“Bekle yahu, telaş etme…”
“…”
“Bak bak… Zar yırtılıyor!”
“Evet… Hocam! Eyvah!”
“Kaçma yav! Ne kaçıyorsun! Küçücük yumurta! Allah Allah…”
“Olur mu! Bu yumurtaya koskoca bir tavuk bile sığar vallahi hocam!”
“…”
“Vallahi tavuk! Çıka çıka tavuk çıktı yahu! Bu uzaylılar harbiden salak ha… Ulan yumurtadan civciv çıkar önce, sonra da büyür… Tavuk olur. Cahil herifler. Hehehe! Allah Allah… Gerçekten bildiğin tavuk çıktı yahu!”
“Ne yapacağız bunu peki?”
“Ne yapacağız… Tabii ki kümese benzer bir şeye koyacağız.” Sonra da besleyeceğiz. Üzerinde testler falan yapacağız. Ne yapılır daha uzaylı bir tavuğa!”
“… Doğru.”
“Şu diğer kutuyu da bir getirsene, bir şey deneyeceğim.”
“…”
“Gerçekten de mikrofonmuş… Parola olarak “açıl susam açıl”ı deneyeceğim… Aha! Vallahi, billahi açıldı!”
“A-AAAa! İçinden bir bebek çıktı hocam!”
“Ne bebeği be! Oyuncaktır o oyuncak!”
“Sanki gerçek gibi vallahi…”
“Bak iki tane düğme var sırtında. Kolay mı kızım, uzaylı yapımı bu! Tabii gerçeğine benzeyecek…”
“Düğmelere basalım mı hocam?”
“Dur… daha basma. Şu kutuları da açalım da.”
“Şu büyücek kutuyu da açalım o zaman.”
“Bayağı büyükmüş yahu.”
…
“Oooo! Bir bebek daha; ama bu erkek… Keloğlan’a benziyor bu yav! Baksana… Sırtında birkaç düğme de varmış.”
“Bir de çantası varmış hocam. Bakın…”
“Vay… Bir kese, taşlı bir yüzük…”
“A şu iğneye baksanıza! Üç tane minyatür çoban köpeği de var. Üzerlerinde de bir şeyler yazıyor… İsimleri galiba.”
“Bir dağarcık da varmış.”
“Dağarcık mı?”
“Yemek taşıma torbası… Şu deri torba var ya…”
“Bir kaval da var burda… Yok artık! Uzaylılar kavalı nereden bilsin canım?”
“Şu çantayı doldur da son kutuyu açalım.”
“Vallahi hiç zorlamadan açılacağa benzer bu kutu.”
“Şuna baksana kızım… Eski bir lamba. Allaaddin’in lambası mübarek. Eski… Kirli falan…”
“Hocam şu oyuncak bebeğin düğmelerine bassak mı? Çok merak etim.”
“Merak edecek o kadar çok şey var ki… Tamam, bas bakalım…”
“Aaa gülüyor buna bastığımda… AAAAAA! Bir gül düştü elime… AA-AA! Resmen kokulu, gerçek bir gül hocam bu! Bakın…”
“Diğerine de bassana bi.”
“… Hocam buna bastığımda da ağlıyor… YUH!”
“Ne oldu kızım?”
“Hocam… İnanmayacaksınız; ama… elime bu kez bir inci düştü…”
“Ne incisi be?”
“İşte burda…”
“Lan bunlar bizim masallarımızdaki şeyleri mi yapıp göndermişler bize yoksa?”
“Galiba hocam…”
“Tavuk altın yumurtlayacak. Keloğlanın kesesindeki altın, dağarcığında yiyecek bitmeyecek. İğne köprü olacak. Köpekler canlanıp bizi koruyacak. Lambayı ovuşturduğumuzda dileğimizi gerçekleştirecek. Yüzüğü üç kere çevirdiğimizde bir dudağı yerde diğeri gökte dev gelecek…”
“Vay be…”
“Biliyor musun, bu uzaylılar işlerini biliyor…”
“Neden hocam?”
“Bizim gezegeni yıksa bu kadar etkili olamazdı çünkü… Düşünsene! Teknolojileri o kadar gelişmiş ki, ancak masallarımızda olan şeyleri öylece atıveriyorlar önümüze…”
“Vay be…”