Çalışma masasının önüne oturmuş, elinde dolma kalemi, bir şeyler yazıyordu. Bilgisayar kullanmazdı. Kurşun ya da tükenmez kalemle de işi olmazdı. Pilot kaleme dahi bakmazdı ki. Üstelik dolma kalem yerini tutabilirken. Yok efendim… O ille de dolma kalemle, kendi kalemiyle yazmalıydı. Tam yetmiş iki yaşında olmasına, söylediğine göre kırk sekiz yıldır kullanmasına rağmen, kaleme hiçbir şey olmamıştı. Mürekkebini bile kendisi yapar, haznesine elleriyle yerleştirirdi. Takıntılıydı kadın.
Peki ne yazardı? Bir kadının bu kadar uzun yıllardır yazması kimsenin gözüne çarpmıyor, dikkatini çekmiyor muydu? “Elinin hamuruyla ne yazıyorsun,” demiyorlar mıydı insanlar? Tabii… Hâlâ diyorlardı. Bu zamanda bile. Hatta şimdilerde;
“Yaşını başını almışsın, git çorap ör, ne yazıyorsun yıllardır,” diyorlardı akranları.
Akrabalarımızın yaş ortalaması büyüktü. Yakın görüşürlerdi de. Onun için herkes herkesin ne yaptığını bilir, ona müdahale etmeyi kendisinde hak görürdü. Herkes her şeyi bilirdi de; yıllardır Kamuran Nine’nin ne yazdığını kimse bilmezdi.
Değme kriptoğraf a taş çıkartacak bir şifreleme sistemiyle de şifreleyince, inci gibi yazılmış bir anlamsızlık yığını gibi geliyordu bakana. Onun için yazdıklarını kimseden gizlemezdi Kamuran Nine.
Benim anneannemin ablası olurdu; ama en az anneannem kadar, aslında ondan da iyi anlaşırdık onunla. Benim tek sırdaşımdı. Onu tek anlayan, ne yazdığını hiç sormayan, mürekkep yapımında ona yardımcı olan hatta artık onu yapması için güvendiği tek insandım ben de onun için.
Gözlerimin rengini yaptığı mürekkebin rengine benzettiğinden bana hep “Mürekkep gözlüm,” derdi. Beni hep öyle severdi.
Annem söylemişti. Beni çağırmıştı. Artık takati kalmamıştı. Çalışma odasında yatar olmuştu. Artık elden ayaktan iyice kesilmişti ve tek rahat oturduğu yer, yıllar içinde vücudunun şeklini almış olan sandalyesiydi.
Bizim evde, dedemin değil, anneannemin kardeşinin çalışma odası vardı. Dedem, Kamuran Nine evlenmediğinden, anneannemin yalvarmalarına dayanamayarak himayesi altına almıştı onu dedem. Elinden her iş gelen, gökte yağan yağmuru dahi satsa satabilen bir tüccardı. Kurnaz adamdı, pratik adamdı. Kamuran Nine’yle de hiç anlaşamazdı ama biricik karısını da mümkünü yok kıramazdı.
Yıllar içinde bir kütüphane dolu defter yazmıştı. Kitapları teker teker elden çıkarmış, yazdığı defterleri yerleştirmişti onların yerine. Elbette kitap okumaktan vazgeçmemiş, kütüphaneye üye olmuş, zamana ayak uydurmuştu. Hatta Kindle bile almıştım ona. Son dokuz-on yıldır da tüm defterlerini ben alır olmuştum.
Başını kaldırdı, yüzüme baktı ve yazdığı sayfaya, defterin son sayfasıydı, koskoca, nihai bir nokta koydu. Bu dramatik hareketi ondan hiç beklememiştim doğrusu; ama o noktayı öyle bir koymuştu ki, bir daha bir nokta bile yazmayacağını, kelimenin tam anlamıyla idrak edebilmiştim. Belki benden başka kimse anlayamazdı bunu. Noktayı koyduktan sonra yaptığı hareketten sonra kesin anlaşılırdı gerçi.
O sağlam kalemi, nasıl yapabildiyse, kırdı. elleriyle kavradı ve büktü… Ve kalem, öylece, kırıldı.
Defteri bana uzattı. Kapağında “SON,” yazıyordu.
Her sayfasında, rafta numaralarına göre sıralanmış defterlerin şifre anahtarları yazılıydı.
Sanki kalemi kırıp defteri bana uzatması, onun için bir nevi intihardı. Defteri aldığım an yığılmıştı çünkü.
Meraktan, içimde büyüttüğüm gizli meraktan, defterin içeriğini kontrol ettikten sonra idrak etmiştim durumunu. Ne zaman idrak etmişsem edeyim, zaten yapacak hiçbir şeyim yoktu.
Ölmüştü…
İlk deftere baktığımda, hiç tahmin etmediğim bir içerikle karşı karşıya kalmıştım.
Okudukça daha detaylı anlayacaktım ama galiba Kamuran Nine, o doğa üstü işleyen zekasını hepimizden gizleyen, bir nevi Da Vinci idi.
Tuhaf projeleri vardı. Sadece, onun gibi çizmemiş, o muhteşem var olan her şeyi, bir köre rengi, bir sağıra sesi anlatabilme yeteneğiyle, tasarılarının her anını anlatmıştı.