18.03.2019

“Nedensiz bir mutsuzluk var içimde. Bir tür yorgunluk… Ümit yorgunluğu diyebilirim. Ümit etmekten mi yoksa edememekten mi yorulduğumuysa söyleyemem; çünkü bilmiyorum.
Yorgunum bugün. Muhtemelen yarın da böyle olacak. Sadece daha az hissedebilme ihtimali var. Duyarsızlaşma gibi bir şey. Sadece mutlu olduğumda, mutlulukla ruh hâlim değiştiğinde hissedebiliyorum bu yorgunluğu; çünkü duyarsızlaşmadan çıkmış oluyor ruhum bir anlığına. Tekrar hissedebiliyorum, mutluluğu hissediyorum; ama kısa sürüyor tabii.
Belki bir gün…
O gün kısa sürmeyecek mutluluğum belki. Umut edebiliyor olacağım; ya da bundan, umut etmekten vazgeçmiş olacağım.
Belki de; mutsuzluğumu, yorgunluğumu bir insana söylediğimde, onun beni rahatlatabildiğinde geçecek her şey. Sözleriyle değil belki. Sadece varlığıyla…
Ya da tek başınalığın huzuruna kendimi tam olarak kaptırabildiğimde…
Korkarım ki, çok büyük ihtimalle hiç geçmeyecek…”
Bunları düşünüyordu genç adam taş bir bankta oturmuş etrafına bakarken. Zaten hep böyle şeyler düşünürdü kendi kendisine. Konuşur gibi düşünürdü. Tirat söyler gibi konuşurdu zihniyle.
Derken yaşlı bir kadın gelip yanına oturdu. Ağır kokuyordu kadın. Sidik ve kirli çamaşır… Kadının kokusu rahatsız ettiğinden yerinden kalkıp yürüdü.
Keşke biraz bekleyip; kadını kırmadan kalkabilseydi. Böylece kadının üzerine o tanıdık hüznü bir gülle gibi fırlatmamış olurdu.
Hep böyle mi olurdu?
Üzülen üzer miydi hep?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir