Bir varmış, bir yokmuş…
Evvel zaman içinde, ulu bir ağaç varmış. Çok büyükmüş bu ağaç; lakin ruhu çocukmuş. Hafifmiş aklı, uçucuymuş.
Hareketli olmak istermiş. Bir parkta, kendisi gibi birkaç uzak ağaçla huzur içinde yaşarmış yaşamasına ama ruhu huzursuzmuş. Köklerindeki mantarları sayesinde diğer ağaçlarla konuşurmuş bazen. Parka uğrayan kuşlardan, insanlardan bahsederlermiş. Çiçeklerle de konuşurmuş, rüzgârla da… Özellikle karahindiba otunu pek severmiş ulu ağaç. Tohumlarının uçuşlarına pek imrenirmiş. İnsanların onları üfleyerek dilekler dilemesine o kadar çok imrenir, o kadar çok imrenirmiş ki, bir gün bunu karahindibaya da söylemiş.
“Dostum karahindiba, uzun sohbetlerimiz hatırına, yapraklarımı sana doğru hışırdatsam da ben de bir tek dilek dilesem olmaz mı acaba?”
Karahindiba, ulu ağacın alçakgönüllü dileğine şaşırmış. Bir insan dışında ilk defa bir canlı onun aracılığıyla dilek diliyormuş.
“Tabii ki ulu ağaç. Elbette dileyebilirsin; ama insan kendi nefesiyle uçuruyor benim küçük tohumlarımı. Rüzgârla konuşsan bunu da ondan dilesen yapraklarını kıpırdatıp benim tohumlarımı uçuracak kadar hava yaratmasını olmaz mı?”
Ağaca mantıklı gelmiş.
“Dostum rüzgâr, ettiğimiz onca sohbetin hatırına, yapraklarımı kıpırdatıp hindibanın tohumlarını uçurabilecek kadar essen de; bir tek dilek dileyebilsem olmaz mı?”
Rüzgâr da şaşırmış ağacın bu dileğine ama yıllarca ettikleri onca sohbetin hatırına “tabii,” demiş ve esmiş.
Ağaç bu kez tanrıya seslenmiş:
“Ey tanrım, hindibanın tohumları hatırına, rüzgâr ile hindibanın da yardımıyla dilediğim bu küçük dileği kabul et de beni topraktan azade kıl. Köklerim havadan alabilsin besinimi de hareketleneyim. Hareketlenip yepyeni yerler göreyim. Bedenim de özgürleşsin ruhum gibi. Ey tanrım! Lütfen kabul et şu dileğimi!”
Tanrı da şaşırmış. İlk defa insan dışında bir canlı ondan dilek diliyormuş.
“Ne çıkar?” demiş tanrı kendi kendisine ve ağacın dileğini kabul etmiş.
Ağaç topraktan söküp köklerini, havadan almış kendi besinini. Oysa hareket edemiyormuş; çünkü taşıyamıyormuş kendi köklerini.
Bu kez, zaten esen rüzgâra kendi tohumlarını teslim edip tekrar tanrıdan bir dilek dilemiş.
“Tanrım, sana şükürler olsun. Dileğimi kabul edip beni özgürleştirdin. Kendi tohumlarım hatırına, gövdemi de küçültüp hafifletebilir misin? Bak, bu kez kendi tohumlarımı feda edip sana bu dileği diledim. Diledim çünkü istediğim gibi hareket edemiyorum ve yine olduğum yerdeyim! Lütfen tanrım, feda ettiğim onca tohumun hatırına kabul et dileğimi!”
Tanrı kabul etmiş; çünkü ağaç gerçekten de hareket edemiyormuş. Ya köklerini toprağa geri koyacakmış ya da gövdesini küçültüp hafifletecekmiş.
“Bir iş yaptım, bari tam yapayım,” demiş ve ağaç artık ağaç değilmiş. Ender bir çiçek imiş. İncecik gövdesi varmış artık; ama hareketliymiş.
Zaman geçmiş…
Ağaç bir sürü yer görmüş. Artık özgürmüş!
Sonra bir de bakmış, içten içe sohbet ettiği ağaçları, bulunduğu parkı, hep aynı olan şeyleri, kuşlarını özler olmuş.
Tanıdık bir şeyler ister olmuş hayatında. Oysa şimdi bir yerlerde sabit duramıyormuş. Her şey değişiyormuş.
Yine de; ağaç, bir sürü tohumu olsa da; tanrıdan tekrar ağaç olmayı istememiş. Biliyormuş çünkü bilge ağaç. Şimdi sabitliği özlese de; her zaman özgürlüğü arzu edeceğini, kaybettiği şeylerin arkasından yas tutmaması gerektiğini biliyormuş. Gerçekleşmesi için bir sürü şey feda ettiği dileğinin arkasında durması gerektiğinin farkındaymış.