Küçücük, incecik bir flüt çalıyordu. Apartmanının bahçesinden geliyordu sanki ses. Bu sadece bir tahmindi ama. Kimin çaldığını bilmiyordu. Sanki iki tane flüt çalınıyordu bazen. Ya da o kadar ustaca çalıyordu, o kadar kıvraktı ki, iki kişinin çaldığını düşündürüyordu insana. Flütü dinlediğinde gözüne yeşil geliyordu. Yeşilin her tonu… Flütü çalan kişinin tarzına göre, yeşilin tonu da değişiyordu.
Picolo flüt olabilirdi çalan. Ya da uzak doğunun onlarca flütünden biri. Uzaklık sesi tahmin edilmez hale getiriyordu.
Günün her zamanında çalabiliyordu kim çalıyorsa. Bazen korkuyordu. Ya onun işte olduğu bir saatte çalarsa;? Ya o günlük yeşili göremezse?
Bir gün gece çok geç vakit marketten bir şeyler alması gerektiğinden, açlıktan ölecek denli açtı ve evde hiçbir şey yoktu, dışarı çıktığında onu gördü. Bir muhabbet kuşunun gagasının üzerindeki tüyler kadar incecik kaşları olan bir çocuk… Elinde budaklı daldan oyma bir flüt vardı ve çalmaya hazırlanıyordu. Bahçenin gri duvarının arkasında duruyordu. Yeşil olması gerekip toprak rengi olan bahçeye hak ettiği yeşili vermek üzereyken rahatsız etmişti onu. Rahatsız etmişti çünkü onu görür görmez çocuk flütü aşağı indirmiş, yanlış bir şey yaparken yakalanmış gibi duvara büzüşmüştü.
Bir şey olmadığını, rahatça çalabilmesini söylemek üzere ağzını açsa da ağzından
“Bahçeye yeşilini geri ver, çıkmıştı anlamsızca. Sanki çocuk nereden bilecekti çaldığında yeşili gördüğünü?
Çocuk tedirgince flüte üflemişti. Bir şeylere anlam verircesine. Ve flütten kar yağmıştı. Yeşil değildi bu kez görülen. Bembeyaz kardı. Kristal kristal yağıyordu. Evet, belki yeşermemişti bahçe; ama kar da yağmalıydı. Doğal olan buydu. Kim bilir kaç yıl kar değmemişti buraya. Yüzünde bir gülümsemeyle, karın içinde sıcacık ısınana kadar flütü dinledi. Çocuk gitti, o üşüdü. Yiyecek bir şeyler almadan evine geri gitti sonra. Doymuştu.