20.03.2025

Usulca, geçen zamanı ürkütmemeye çalışarak nefes alıyorum. Anların arasında kaynayıp gidiyor soluğum. Kulaklarım dikiliyor. Neredeyse hiç ses yok. Burnumu, neredeyse uluyacak olan bir kurt gibi havaya dikiyorum. O an ulumak aklıma bile gelmiyor. Sadece çimenlerin kokusunu alıyorum. Ve sıcacık güneşin. Ve hafifçe esen rüzgârın…
Sonra birden bir böcek gelip önüme konuyor. Büyük kabuğundaki renkleri izliyorum. Böcek kıpırdandıkça gözümde değişiyor. Kendi âlemindeki böceği rahat bırakıyorum.
Telefonum usulca titriyor. Sanki o da beni ürkütmemeye çalışıyor.
Gelen mesaja bakıyorum. Birkaç dakika sonra geleceğini yazıyor.
“Keşke gelmese,” diye geçiriyorum içimden.
“Keşke soluğum gibi ben de bu anın içinden kayıp gitsem ve istediğim anda kaybolsam.”
Ama ne soluğum ne de ben anların içinden geçemiyoruz. Bu sessizliği bıçak gibi bölecek bir an mutlaka olacak. Tıpkı gelen mesajın sesi gibi…
Ve zil çalıyor. Uzun sayılmayacak bir yoldan yürüyüp dış kapıyı açıyorum.
Tereddüt dolu bir andan sonra bir damla tereddüt buharlaşıp yerini meraka ve hareket arzusuna bırakıyor ve o;
“Merhaba,” diyor. Sonra elini uzatmak aklına geliyor. O uzatınca ben de uzatıyorum elimi. Eli yumuşak. Hafifçe terlemiş.
“Buyurun,” diyorum.
Merhabasına karşılık vermediğimi tam o an hatırlasam da bir şey demeden geri çekilip girmesini bekliyorum.
Bahçeden ağır ağır geçiyoruz. Etrafa göz atabilmesi için onu rahat bırakıyorum.
Bahçe işte… Ağaçlar ve bir sürü kokulu çiçek var. Etrafa bakmak onu rahatlatıyor.
Girişin hemen yanında, sağlı sollu iki oturma yeri var. Onun tarafındakine oturmasını söyleyip karşısına ilişiyorum. Sonra arkama yaslanıyorum. Bir an öylece duruyoruz. Ona bir şeyler ikram etmeliyim değil mi? Ama etmiyorum. Kabalığımdan değil, adamı pek gözüm tutmadı sadece. Kibar olmaya mecbur kalmamak benim için hiç de lüks değil artık. Bu duruma gelmeyi çok bekledim, değerlendirmek en doğal hakkım. İstesem de kaba olamam, istemem de.
Sessizce oturuyorum. O da susuyor. Gözleri bahçede.
“Sizden bir şey isteyeceğim,” diyor sonunda.
“Buyurun?”
Ne isteyeceğini pek de merak etmiyorum.
“Hiç kimseyle paylaşmadığınız bir heykelinizi…”
“Ne yapacaksınız onu?”
“Onu…”
Bocalıyor.
“Onu… sevgilime vermek istiyorum..”
“Neden?”
Duraksıyor. Sanki bir şeyler uydurmak için zamana ihtiyaç duyuyor.
“Çünkü o heykellerinizi çok seviyor.”
Yalan söylediğini anladıysam da sebebini bir türlü tahmin edemediğimden susuyorum.
“Bir sevgiliniz olduğundan bile şüpheliyim. Ya evlisiniz ya da sevgilisi bile olmayan yalnız bir adam.”
Ağzımdan çıkanlara ben bile şaşırıyorum. Bu kadar doğrudan söylediğim için. Sonra boş verip devam ediyorum. Bana yalan söyleyen birisi için biraz bile kibar olmak istemiyorum.
“Bir koleksiyoncusunuz değil mi?”
“Hayır,” diyor sertçe. Yüzündeki ifade, onu gördüğümden beri ilk defa duygu kazanıyor.
“Size gerçek sebebini söylemeyeceğim.”
Çekmeceden bir bıçak çıkarıyorum. Yerden, istiflediğim kuru dallar arasından birini alıp oymaya başlıyorum.
Bir yumruk oyuyorum. Yüzü olan, yüzü, tıpkı onunkine benzeyen, bilek yerine bir vida dişlerine benzer güdük bir sapı olan bir yumruk…
Kafamı kaldırdığımda güneşin görünmediğini fark ediyorum. Ne kadar da zaman geçmiş!
Kendime şaşıyorum. Kibar olduğumdan mı bu heykele bu denli zaman harcıyorum?
Fazla düşünmeden uzatıyor, ayağa kalkıyor ve ona kapıya kadar eşlik ediyorum. Kapıyı arkasından kapattıktan sonra fark ediyorum. Heykeli verirken yüzüne bile bakmadım.
Onu geri çevirebilirdim hem. Bir sürü insana yaptığımı ona neden yapmadım?
Sebebin kibar olmak isteyişim olmadığını biliyorum.
Yalnızca bunu biliyorum.
Geri gidiyorum. Bıçağın önünde, biraz önce kalktığım yere oturuyorum. Bir daha alamayacağım soluğuma eşlik etmek için.
Telefon titrese de artık bir muhatap bulamayacak. Gülümsüyorum.
Bundan böyle, biraz bile kibar olmama gerek kalmayacak.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir