‘Denizden yeni mi çıkmıştı, neydi;’ diye başlar hani o şiir. Onu gördüğümde, yanımdan geçerken havasını kokladığımda hep o şiir gelir aklıma.
Deniz gibi kokar. Oysa adı Toprak. Ne kadar ironik değil mi? Şiirin aksine o bir kız değil, iri yarı bir adam. Elleri de şiirdeki gibidir. Balık kılçıklarını anımsatır insana. Bunun nedenini sormaya cesaret edemedim hiç.
Bir sürü işte çalıştığını biliyorum ama. Çocukken bir trende çalışırmış önceleri. Sonra büyüyüp makinist olmuş. Tren ona dar gelmiş, gitmiş bir lüna parka makine sorumlusu olarak iş bulmuş. Ondan sonra bir sürü iş yapmış. En son da… Şimdi emekli işte. Kahvede oturuyoruz birlikte bazen. Sigarasını hep kendi sarar. Bir sürü tütünü, pahalı ucuz, harmanlayıp kendisine özel bir karışım yapar. Çayını şekersiz içer ama çaydan hemen sonra oraletini eksik etmez. Düşünün, onca sigara kokusuna rağmen deniz kokmayı becerir.
Bir gün bir oğlan geldi. Yirmi üç-yirmi dört yaşlarında. Tutturdu kahvede tek kişilik bir oyun oynayacağım diye. Tiyatro yapacakmış kerata. Ulan hayatımız tiyatro zaten. Neyse… Kabul etti bizim kahveci Sadık.
Ben şiir severim de; tiyatro bana fazla büyük gelir. Büyük derken; gösterişli, gösterişçi… Hep büyük oynarlar. En arkadaki görsün diye. Hayatta öyle yapsaydık anamız babamız çekerdi kulağımızı, yerdik terliği kıçımıza…
O kadar kolay mı be!
Şiir öyle mi… Şiir işte, başka ne denebilir ki.
Oynadı oyununu uşak. İzledim de; vallahi hiçbir şey anlayamadım. Tam oyunun ortalarında ışık bozuldu. Böyle yanıp sönmeye başladı. Biraz tuhaf bir ışıklandırması vardı da… işte getirip kurmuştu. Bizim gizli denizci hemen yetişti, çocuk oynarken yapıverdi ışığı. Tiyatro içinde tiyatro oluverdi.
Hayat gibi…