Uzun zamandır arkadaştık. Pek konuşkan olmasa da beylik şeylerden konuştuğumuzdan, aramızda beklenti falan olmadığından seviyordum bu arkadaşlığı. Daha önce evine gitmemiştim. O gün beni çağırması için bir sebep de yoktu. Yine de konuşmadığımız bir anda, sigara içmek için güzel bir süs bitkisini de kendimizle zehirlerken beni evine davet edivermişti. Eh, ben de düşünmeden kabul etmiştim. İş çıkışı metroyla gitmiştik evine. Metrodan sonra yaklaşık yirmi dakika sessizce yürümüştük.
Girip rahat etmem için kapıyı açıp ekmek almayı unuttuğunu söylemişti.
Eve girer girmez, ayakkabılığın üzerindeki tek çekmecelik bölümün üzerindeki telefondan gelen telesekreter ışığını görmüştüm. Bir anda basıvermiştim düğmeye. Meraktan mı? Bilmiyorum, sanmıyorum.
Çok izlediğim dizi ya da filmlerden bulaşan bir alışkanlık olmalıydı. Cep telefonum varken sabit telefonuna bile gerek duymuyordum ki bir telesekreterim olsun.
Aletin hoparlöründen, çan sesleri eşliğinde kalın ve tehdit etmeye alışık, çatallı bir erkek sesi yayılmıştı.
“Sevilay Hanım köleler ulaşmaları gereken yere vardılar. Ücreti göndermenizi bekliyorlar. Yalnız bir çocuğun ciğerlerinde bir sorun var. Değişim yapılmıyor biliyorsunuz. Sağlık sistemine başvurmamı isterseniz haber verin. Ama tabii bunun epey riskli olduğunu söylememe gerek yok. Bir kayıp son derece kârlı bir alışveriş olduğu anlamına geliyor bana sorarsanız.”
Kendisinden hiç beklenmeyecek kadar kibar konuşmasına rağmen söyledikleri kafamı karıştırmıştı. Bir muhasebeci olan arkadaşım bu devirde köle ticaretiyle uğraşıyor olamazdı değil mi?
Düğmeye bastığım belli olacaktı. Dolayısıyla bunu bilmiyormuş gibi yapmam pek mümkün olmayacaktı. Ciddiye almamış gibi yapsam? Yapılacak başka bir şey yoktu zaten. Elinde ekmek poşeti, kapıdan girdiğinde ben banyoda ellerimi kuruluyordum. Hiçbir şey olmamış gibi seslenmek en iyisi olacaktı. Banyoda yüzümü görmeyecekti.
“Telesekreterinde mesaj varmış, kazayla bastım düğmeye kusura bakma.”
“Bu “kusura bakma” sözü öylesine söylenmiş bir şeydi.
“Tamam…”
Ve mesajı dinlemeye başladı. Adamın pürüzlü sesini uzaktan duyabiliyordum. Mesaj bitene kadar orada durmak için sifonu çektim, tekrar suyu açtım, ellerimi yıkayıp kuruladım. Mesaj bitmişti. Ben de çıktım. Telefonu elinde bir şeyler yapıyordu. Göz ucuyla şifre girdiğini görmüştüm. Para transferi yapıyor olmalıydı.
“Yemeği hazırlayalım mı?”
“Ha evet, yemek var, sadece ısıtacağız. Köfte sever misin?”
“Tabii, bayılırım.”
“Hazır limonata da var, şekersiz. İstiyorsan bira da var dolapta.”
“Bira olur.”
“Tamam, ben de eşlik ederim sana. Dur şu yemekleri ısıtayım da şu işi hall…”
“Gerçekten köle ticareti yapıyor olamazsın değil mi?”
“Ha, mesajı dinledin yani.”
“Evet, köle ticareti yapmazsak insanlar nasıl kâr edebilir ki?”
“Nereden alıyorsunuz köleleri?”
“Boş ver…”
“Peki o çocuğa ne yapmayı düşünüyorsun?”
“Hiçbir şey.”
“Ama bu taammüden insan öldürmek demek.”
“Ölecek insan kayıt dışı olacağı için önemli değil. Onu kimse aramayacak. Bir katarda yetmiş çocuk olduğuna göre o kadar da şanssız sayılmam. Boş ver onu da yardım ediver, şu masa örtüsünü serer misin sana zahmet?”
Bu arkadaşça sözlerindeki tehditkâr havayı sezmemek mümkün değildi. Keşke bir şey söylemeseydim. Ama bu işi nasıl yapabildiğini çok merak ediyordum. Taammüden adam öldürme meselesinden neden bahsetmiştim ki;? Bana güvenmesini imkânsızlaştırmıştım. Oysa benim de paraya ihtiyacım vardı.
“Sen zarar görmeyeceksen mesele yok. Kıyak işmiş bu arada,” dedim.
Gerçekten de öyleydi. Hem her şeyin sıkıcılaştığını düşünmüyor muydum?