Telefonun sesi, koskocaman evde yankılandı. Pahalı bir telefon olduğunu belli etmek ister gibi tok bir sesi vardı. Telefonun çaldığını haber vermiyor, beyan ediyordu. Gidip telefonu açtı. ‘Alo,’ bile demeden; birkaç saniye durduktan sonra, ‘tamam…’ demekle yetinip telefonu ağır hareketlerle kapattı. Salonun karşısındaki mutfağa gidip; suyun diğer çeşmelerin borularından çok daha geniş bir oluktan aktığı musluğu açtı ve özgürce akan suyu bir süre izledi. Gittiği yerde böyle özgürce akan bir suyu bulamayacaktı. Sonra musluğu kapatıp; salona, yanmakta olan şöminenin önüne yürüdü. Gittiği yerle belki de tek ortak nokta bu şömineydi. Ortak noktaya en yakın şey… Yani, gittiği yerdeki taştan ocağın, tencerelerin, maşaların her tarafı kapkara olurdu; ama en azından ateş aynı devinimlerle yanardı orada da.
Yatak odasına gitti ardından. Yatağının altındaki bez hurcun içindeki, oradaki tek eski kıyafetleri çıkarttı. Naftalin kokuyordu kıyafetler. Güzel kıyafetlerini dolaba yerleştirip eskileri giydi. Bir çanta bile almadan; çıktı, kapıyı kilitledi, anahtarı paspasın altına koyup arkasına bile bakmadan oradan ayrıldı.