‘Hayatımızdaki Handikaplar Festivali!
Yılın ilk gününde yapılan bu festivale herkes davetlidir. Herkes hayatında aştığı bir engeli, maddi ya da manevi, temsil eden bir nesne getirecek, semt ve şehir meydanlarına bunlar yığılıp önce üzerlerinden atlanıp; sonra da yakılacaktır…’
Yıl iki bin iki yüz seksen yedi idi ve böyle bir festival yapılıyordu ülke genelinde.
Tevekkeli değil çağ yuvarlak demişti ünlü bir bilge. İlkel çağlarda yapılan hasat festivallerinden hiçbir farkı yoktu bu festivalin. Sadece Handikap Festivali olmuştu adı. Türkçe bile değildi bu isim. Yine de babasının malı gibi sahiplenmişti halk onu.
Tuhaftır, git gide daha az şey yakılır olmuştu. Öyle ki, bir yıl önce sadece on-on beş nesne yakmıştı bir şehir dolusu insan. Ne oluyordu böyle? İnsanları engelleyen bir şey kalmıyor muydu hayatlarında?
Bu yıl kimse bir şey getirmiyordu. Herkes boş elle geliyordu. Muhabirler şok içinde haber yapmak için bir tek temsili handikap arıyorlardı; boşunaydı. Bir mucizeydi bu! Koskoca ülkede bir tane dahi çıkmamıştı. Odunlar boşa toplanmıştı. Bunca insan boş yere mi toplanmıştı?
Hazırlanan bir ateş mutlaka yanmalıydı. Yoksa bu kadar insan…
Peki ne yakacaklardı.
Bu kez ilkel topluluklardan bir fark olacaktı. Demek ki bazen çağlar tam da yuvarlak olmayabiliyordu.
İnsanlar kendileri girmeye başlamışlardı ateşe. İntihar bile değildi bu sanki. Herkes normal bir şey yaparmış gibi giriyor, ‘şu kibriti uzatır mısın,’ diyordu birbirlerine.
Diğer seyredenlerse, tuhaf bir şey yokmuşçasına arada bir bakıyorlardı ateşlerde yanan insanlara. İnsanlar bağırıyorlardı! Yanıyorlardı! Köpekler ulumuyor, çocuklar ağlamıyor, kuşlar kaçmıyorlardı ama.
Ateş git gide arttı ve seyredenler de çekimine kapılıp atlamaya başladılar ateşin tatlı kırmızı dillerinin arasına.
Ülkede kimse kalmayacak mıydı?