Yeni bir hayata başlamanın heyecanını kendi ayaklarının yere aceleyle vuruşunda hissediyordu. Yumuşacık tüylü bir taya benziyordu. Henüz nallanmamış ve elbette yuların ne olduğunu bilmeyen bir taya…
Oysa o yuların, dizginin, hatta kırbacın ne olduğunu çok iyi biliyordu. Yok, emin olun öylesine söylemiyorum. Gerçekten biliyordu. Sahipleri ona üçünü de somut olarak tattırmışlardı. Sahiplerinin çocuklarının deneysel projesiydi çünkü. Eh, bunda şaşacak bir şey yoktu. O yontulmamış canavarların başlarında onları yontan bıçaklar yoktu ki. O bıçaklar da yontulmamıştı çünkü. Yontulmayınca da onu kırıyorlardı böyle işte. Onun bir bıçak olacağı yoktu. Bıçak olmak için değil de o bıçaklar tarafından kesilmek, işlenmek için yaratılmıştı. Biliyordu bunu ama onu işlemiyorlardı ki, kırıyorlardı! İsraf ediyorlar, boşu boşuna harcıyorlardı. Telef ediyorlardı!
Böylece, bir şeyler yapmaya karar verdi. Sağlam olan taraflarını kurtarmak için…
Sonra kaçtı. Tüm sert tüylerinden arınıp bir tayın ince ve yumuşacık tüyleriyle kaldı. Yani tüm kasvetli düşüncelerinden arındı.
Ve kaçtı…
Önce kaçtığı yerde yumuşak tüylerini görünce onu gerçek bir tay sansalar da sonra, tüyler yer yer sertleştiğinde anlamışlardı aslında yaşlı bir beygir olduğunu. Ve dikiş izlerini görmüşlerdi. Kendisini kendi elleriyle yamadığından yaklaşıldığında epey belli oluyordu onarılmış yerleri.
Bazıları acımıştı ona. Fırsat vermeye çalışsalar da içlerinden acımaktan alamamışlardı kendilerini.
Birçokları da küçümsemişti onu. Ciddiye almamış, motora binip deri ceket giyen doksanlık adam muamelesinde bulunmuşlardı. Ya da Ferrariye binse de pürüzsüz, yepyeni kokan kaportasında soğan yiyen bir köylüye.
O bunları önemsememiş, sert tüylerini teker teker yolmuş, yumuşak tüylerin çıkmasını umut etmiş, ve direnmişti.
Sonra mı?
Sert tüyleriyle bir yay, bir de rebap yapmış, onlarla şarkılar çalmıştı dinleyenlere. Ve söylemişti o şarkıları kendi tüylerinden olma rebap eşliğinde o yanık, yaşamış sesiyle.