Bir tırın egzoz borusunun altında kalmak ister miydiniz? O borudan gelen tüm egzozu solumak…
Peki onlarca tırın?
Nasıl olmuşsa olmuş, böyle bir yere kök salmıştım ben. Anamı babamı bilmezdim. Bir tırın radyosunda dinlediğim sarı çiçek gibiydim.
O çiçeğe sorulduğunda, ‘toprak’ olduğunu söylüyordu. Benim de ancak köklerimi örtecek kadar vardı toprağım. Yine de öksüz ve yetim hissediyordum kendimi.
Keşke birisi de bana benzimin neden sarı olduğunu sorsaydı.
“Egzozdan,” derdim hiçbir edebi sanat kullanmadan.
Ölümü sorsaydı keşke birileri.
“Keşke!” derdim ona.
“Keşke ölebilseydim!”
Binbir türdeki çiçek gibi rahat yaşamamanın hıncıyla yürüyordu özsuyum yapraklarıma. Yapraklarım, terlerken bile sanki egzoza yağa bulanıyor, gözeneklerim tıkanıyordu. Bir daha terleyemeyecekmişim gibi geliyordu. Güneş, azdı. Tırlar gölgeliyordu. Zaten küçücük bir şeydim…
Bir gün, diğerlerinden daha kısa, henüz sıkıntı kokmamış bir adam geldi. Belki de daha yeniydi. Etrafına, yere bakabiliyordu. Kim bilir, başka birisi utandırdığından bakmıştı yere.
Nasıl olmuşsa olmuş, adam yere bakıp beni görmüştü. Kendisine yapılmasını istediği bir şeyi yapmıştı bana. Ellerinin, etrafımdaki taşı kanırtışında, toprağımdan beni ayırışındaki acelesinde hissetmiştim bunu.
Sonra beni alıp cennete dikmişti.