Neden altın sevilir? Az olduğu için mi? Parladığı için mi?
Oysa yumuşaktır saf altın. Hiçbir şey yapamazsın. Sadece süs/şatafat için kullanırsın.
İşte altın gibi insanlar da vardır… Azdırlar. Eğer çok olsalardı… Dünya bile dönmezdi herhalde…
Körle yatan şaşı kalkardı, üzüm üzüme baka baka kararırdı…
Dünya, bu altın insanlara baka baka tembelleşirdi…
Evet, azdır bu insanlar; ama hep onlar görünür. Parlaklıklarından mı?
Ben de öyleydim. Bir altın cevherinden çıkmış, somlaştırılmıştım. Asil bir soyumuz vardı. Hiç iş yapmazdık… Eee, hizmetçilerimiz ne güne duruyordu ki. Utanmadan; onlara “Yardımcı” derdik. Birisinin yardımcı olması için senin bir şey yapman ve onun yardım etmesi gerekmez mi? Hayır, hiçbir şey yapmadan onların yardımcı olduklarını söylemek ‘hizmetçi’ demekten daha, çok daha büyük bir hakaretti.
Bir hizmetçiye yardım ettiğim her an, somken içime bakır katılmışçasına rahatsız ederdi ailemi. Bir işimi kendim yaptığım her an…
Günlerden bir gün, som, işe yaramaz bir altın olmaktan bıkıp terk ettim evimi.
Oysa saçmalıktı yaptığım…
Parlaktım ve göze batıyordum. Hiçbir iş vermiyorlardı bana. Çırak olduğum kahveci, kahveyi kendi elleriyle ikram ediyordu mesela.
Kamuflaj işe yaramıyordu.
Yüksek bir ısı gerekiyordu eriyip içime bakır katılması için. Belki demir…
Yüksek ısı…
İşte olmuştu… Yüzümün bir tarafı yanmıştı. Artık acımayla bakıyorlardı bana. Aptal, ezik bir saygıyla değil.
Birkaç ay mutlu gezindim ortalıklarda; ama acımanın da iğrençliğini görebildim kısa zamanda. Hem acınan insanlar da sevmiyordu beni. Ben şanslıydım, bir altındım…
Üstelik insanlar acırken; bir altının başına gelenlerden zevk alıyorlardı. Bunu, o gizli hıncı fark etmek bana zevk vermiyordu. Her ne kadar altınlardan nefret etsem de; ben sıradan, yararlı bir insan olmak istiyordum. Acınan, hınç beslenilen, iş yaptırılmayan bir insan değil…