24.11.2023

“Ne istediğini, istediğin şeye ne kadar ihtiyaç duyduğunu hiçbir koşulda belli etmeyeceksin!”
Nefret ediyordum! Bu kuraldan nefret ediyordum! Her şeye rağmen yaşamak için uygulamam gerekiyordu onu.
Blöf yapamıyordum. Böyle olunca da açlıktan nefesimin kokmadığı bir tek gün olmuyordu. İstediğim hiçbir şeye ulaşamıyordum!
Bana göre değildi çok istediğim bir şeyi istemiyormuşum gibi yapmak. İhtiyacım olan bir şeye yokmuş gibi yapacak kadar rol yapma kabiliyetim de yoktu. Yani ne yaparsam yapayım bu kuralı uygulamak konusunda umutsuz vaka olacaktım ömrüm boyunca.
O gün, sokakta amaçsız bir şekilde sürtüyorken karşılaştım onunla. Bir baykuştu… Her şeye rağmen, yani baykuş gibi görünse de; görünüşünde, tepeden tırnağa baykuş olduğuna hiçbir şüphe bulunmasa da; onun bir baykuş olduğuna bir an bile inanmadım.
O bir baykuş değildi. Baykuş kılığına girmiş başka bir şeydi. Ne olduğuna dair kesin bir fikrim yoktu elbette; ama o bir baykuş değildi.
O şey, tam omzumun hizasına geldi, göstere göstere pike yaptı ve omzuma kondu o pençeli ayaklarını omzuma batırarak. Sanki tırnaklarını batırışı bile kasıtlı, göstermelikti. Yani: “Bak… Ben doğal bir yaratığım, bir baykuşum. Baykuş olmasam tırnaklarım bu kadar sert batar mıydı hiç? Bu kadar acıtır mıydı canını,” der gibiydi.
Omzumda bir an durduktan sonra bana gülümsedi gagası ve o kıkırdağımsı kulakları ile. Konuşmaya başladı sonra da. Sesi yoktu. Söyledikleri sadece zihnimde duyuluyordu.
“Çok açsın değil mi?”
“Evet… Midem kazınıyor!”
“Bunu neden benden gizlemiyorsun? Neden açlığını gizlemiyorsun?”
“Gizleyemiyorum işte. Açken aç değilmişim gibi yapamıyorum! Yalan söyleyemiyorum!”
“O zaman yalan söyleme…”
“Blöf yap diyeceksin; ama ne farkı var blöfün yalandan?”
“O zaman blöf yapma…”
Bunu söyledikten sonra baykuş aniden kayboluverdi. Normal yollarla, ayaklarını gerip kanatlarını çırparak sessizce gitmişti. Tıpkı bir baykuş gibi yani… Yine de ben onun baykuş olduğuna inanmamıştım. Doğal bir şeyi doğaüstüymüş gibi gösteren illüzyonistlerin yaptığının tam tersini yapıyor, olağan üstü bir şeyi olağan göstermeye çalışıyordu bu yaratık.
Baykuş olduğunu iddia eden bu garip yaratık…
Kaldı ki, baykuşlar değil telepatiyle iletişim kurmak, konuşamazdı bile…
Bir süre arkasından baktıktan sonra omuzlarımı şöyle bir silkip yoluma devam ettim. Yemek almaya gitmekte olduğum markete…
Bir ekmek aldım. Sonra ekmeği kapıdan aldığım sepete koyarak düşünmeden başka birkaç şey daha almaya koyuldum. Bakmadan… Tüm aldıklarımı öylece sepete tıkıyordum. Sepet dolduğunda da ona bakmamaya özen göstererek kasaya yollandım.
Sıraya girdim. İnsanlar satın almak istedikleri şeyler gözlerinin önünde olduğu halde, kasada bulunan küçük bir banda benzeyen bir şeyi alıp alınlarına yapıştırıyorlardı.
Yeşil bir ışık yandıktan sonra da bandı alınlarından çıkarıyor ve bandın alınlarına yapıştırdıkları tarafında yazan fiyatı ödüyorlardı.
Bantta yazan şey, almak istenen ürünlerin fiyatlarının teker teker listelerinden ibaretti. Alamadığın bir şey olursa listeden çıkarılabiliyordu.
Sonunda sıra bana gelmişti. Sepetimi ona bakmadan önümdeki hareketli banda boşalttım ve bantların bulunduğu kutudan alnıma yapıştırmak üzere bir tane aldım. Bandı makineye bağlayıp alnıma yapıştırdıktan sonra Gözlerimi kasanın hareketli şeridinin üzerinde önümden geçen eşyalarıma diktim ve yeşil ışığı bekledim.
Işık yandıktan sonra, neredeyse korkarak bandı başımdan çıkarıp korkumun anbean yükselip göğsümün adeta daralmasına mani olamayarak yazan fiyata baktım. Hemen hemen cebimde bulunan tüm parayı gerektiriyordu yazılı olan fiyat.
Ekmeğin fiyatı toplam fiyatın neredeyse yüzde seksen beşini oluşturuyordu; çünkü aralarında en çok ekmeğe ihtiyacım vardı. Aldığım diğer şeyleri bilerek bakmadan almıştım. Bunun nedeni, onları ne kadar istediğimi son anda düşünüp yeterince yoğunlaşmamış olmak ve böylece çok para vermemekti. Onları da özellikle yiyecek reyonundan almıştım ki işime yarayabilsinler.
Tahmin edebileceğiniz gibi, bu banda yazılan fiyatlar söz konusu aynı ürün olduğunda bile hiçbir zaman sabit olmuyordu ve yine tahmin edebileceğiniz üzere, bu fiyatlar kişinin o ürünü ne kadar isteyip ona ne kadar ihtiyaç duyacağına göre değişiyordu. Bu da kişinin bu aleti kandırıp bir şeye çok daha az ihtiyaç duyduğunu ve onu çok daha az istediğini kabul ettirmeye itiyordu; ama işler hiç de o kadar kolay olmuyordu. Evet… Bir İhis makinesini kandırmak hiç de kolay değildi; beynin en derinliklerini, en temel güdülerin kontrol edildiği bölgeyi tarayabiliyordu bu alet.
Böyle olunca da; aç olmadıkları zaman alışveriş yapmak, herhangi bir şeyi daha ona ihtiyaçları olmadan almak gibi önlemler alarak çok çok daha az para harcayabiliyorlardı insanlar. Ne var ki bu yöntemin de kendine özgü riskleri vardı. Hiçbir zaman ihtiyacın olmayacak bir şeyi almak, aldığın bir şeyin son kullanma tarihi geçtikten sonra ona ihtiyacının olması gibi…
Bu aleti yanıltmak için bir diğer yöntem de, söz konusu yöntemin nasıl uygulandığını bilmiyordum, blöf yapmak, yani duygularını çok hızlı değiştirip aleti şaşırtmaktı.
Bana kalırsa, bunun için aletin nasıl işlediğini çok iyi bilmek gerekirdi. Yoksa duygularını nasıl ve ne zaman değiştireceğini nereden bilecektin ki? Ya da doğuştan kumarbaz olmak lâzımdı. Gerçi kimse doğuştan kumarbaz olmazdı. Kumarbaz olmak için bile insanın kendisini eğitmesi gerekiyordu. İşte bunun için günümüzde kumar çok daha değerli bir aktivite olup çıkmıştı. Özellikle de poker…
Hatta bazı poker ustaları yalan makinesine karşı poker oynayabileceklerini iddia edip bu tür gösteriler yapıyorlardı.
Belki de başarılı oluyorlardı. Bu tür bir gösteriyi hiç merak etmemiştim. Yasa dışı olarak İhis makinesini kandırma eğitimleri verildiğini bile işitmiştim. Gerçi istendiği kadar eğitim verilsin, bu iş insanın ancak kendi kendisine yapabileceği bir şeydi ve çok fazla pratik gerekiyordu. Tek avantajı makineyi kandırmaya çalıştığında makine uyarı sinyali falan vermiyordu. Hepsi hepsi ceza parası verebilirdi. Bu yüzden insanlar rahatlıkla pratik yapabiliyordu. Yine de çok riskliydi. Ceza parasının miktarı hiç belli olmazdı. Onun için bu iş kumara çok benzetiliyordu zaten.
Zengin olan insanlara baktığımda hepsinde garip bir hareketlilik görüyordum. Bir tür yerinde duramama hâli… Yüzleri bir öyle bir böyle oluyordu hep. Gözleri fıldır fıldır… Kimseyle göz göze gelmiyorlardı. Yine de her şeye rağmen garip bir sakinlik oluyordu tavırlarında. Bir kontrolü elde bulundurma hâli…
Elbette bu şekilde kandırabilmişlerdi İhis makinesini. Birçok şeyden feragat ederek. Kontrollerini asla kaybetmeyerek…
Her şeye rağmen onların yerinde olmak istemiyordum. Onlar paralarını İhis makinesine olabilecek en az miktarlarda veriyorlardı; ama duygularını, hayata olan samimiyetlerini kaptırıyorlardı o makinenin yapışkan dişlerine.
Belki açlıktan nefesim kokuyordu; ama yaşadığım anı tüm nitelikleri ve netliğiyle yaşayabiliyordum. Kendimi, yani istek ve ihtiyaçlarımı yadsımak durumunda kalmıyordum.
Yine de aç kalıyordum ve bu yeterince büyük bir sorundu. Karnımın doymaması yaşam kalitemi kötü yönde etkiliyordu ve bunu engellemek için, yani yaşam kalitemi iyileştirmek için elimden geleni yapmak istiyordum. Tek farkla ki, ben: “ya mutlu ama aç, ya da mutsuz ama tok olacağım,” görüşünü savunmuyordum. Belki de zengin olan mutsuz insanlar kendilerini boşu boşuna mutsuzluğa mahkûm etmişlerdi. Belki de sadece tembel oldukları için mutsuzdular. Mutlu olmayı, duygularına sahip olarak yaşamayı yeterince önemsemedikleri için.
Aslında mesele sadece mutsuz olmak değildi. Mesele, canlı olmak ya da olmamaktı. Ancak duygularıyla canlı olabilirdi insanlar. İliklerine kadar mutsuz olmak da canlılığın, bir ruhunun olduğunun alâmetiydi. Oysa zengin insanlar ruhlarıyla takas etmişlerdi maddi servetlerini. Mesele tam olarak buydu işte.
Açlıktan ölsem de en azından bunu hissedecek ruha sahiptim…
Ne yapmalıydım peki? Aç kalmamak için yiyecek reyonundan birkaç şeyi bakmadan almak gibi saçma sapan yöntemler denemek dışında ne yapabilirdim? Adil mi olmam gerekiyordu yoksa? Yani bir şeye ne kadar ihtiyacım varsa, onu ne kadar çok istiyorsam o kadar mı ödemeliydim? Peki ya kazanç? Kazandığım para adil oluyor muydu sanki? Nasıl adil olabilirdi ki! Herkese aynı para veriliyordu adı batasıca hükümetin çıkarttığı bir anayasayla sabitlediği o saçma sapan sisteme göre!
Herkesin ihtiyacı aynı mıydı? Hükümet bunun böyle olmadığını bilmiyor muydu? İnsanlarla adeta oyun oynuyorlardı. Ya da çok daha farklı bir amaç güdüyorlardı…
Böyle bir amaç varsa onu keşfetmek için keşfeder keşfetmez ölmeye bile razıydım. Neden eski zamanlardaki gibi her şeyin fiyatı etiketlere yazılmıyordu ki? Neden herkes o zamanlardaki gibi çalıştığı kadar maaş almıyordu? Gerçi tarih kitaplarından okuduğuma göre o zamanlarda da insanlar çalıştıkları kadar para almıyorlarmış çoğunlukla; ama bu kadar adaletsiz koşullar altında yaşadıklarını da sanmıyordum. En azından insanların ihtiyaçları bu kadar açıktan açığa sömürülmüyordur herhâlde.
Her neyse. Geçmişi tahmin etmeye çalışmak ya da hayallerimi geçmişe yamamak hiçbir işe yaramayacaktı. Önemli olan bu günü kurtarmaktı.
Ben belki de kendimle birlikte tüm insanların işine yarayabilecek bir çözüm bulmalıydım. Bu makineyi alt edebilirdim belki. Tek başıma…
Nasıl yapabilirdim bunu? Mesela makineyi şaşırtacak kadar yoğun bir ihtiyaç? Bu kadar yoğun bir şekilde bir şeylere ihtiyaç duyabilir miydim? Bilmiyordum. Makineye nasıl bir zarar verilebilirdi, onu da bilmiyordum. Sadece Yıllardır zihnimde dönüp dolaşan aptalca fikirden biriydi bu. Peki farklı bir fikir bulmak için ne yapmalıydım? Daha çok bilgi… Makine hakkında daha fazla bilgi toplamalıydım. Bunun için de araştırma yapmam gerekiyordu elbette.
Kütüphaneler?
Hayır… Alelade bir kütüphanede şimdiki uygarlığımızın temel taşı olan bir makineyle ilgili bilgilerin yer alması hayalden öte bir olasılık değildi.
Çok daha özel bir yere sızmalıydım ben…
Belki de bölgemizin yönetim binasının bir kütüphanesi vardı ve oraya sızabilirsem… Yok zannetmiyordum. O binada böyle kitaplara ayıracak yerleri olacağını nasıl düşünebilmiştim ki? Peki başkentte bir şeyler bulabilir miydim? Bir denenebilirdi; ama başkente nasıl gidecektim…
Bunun için tedarikli olmam gerekiyordu. Üstelik buna ne kadar ihtiyacım olduğunu gizlemeyeceğim için de yol parası çok fazla olacaktı. Evet, elbette taşıtlarda bile bu makineler bulunuyordu.
Yiyeceğim yeterliydi. Bakmadan aldığım yiyecekleri stokladığımdan karnım tok olacaktı… Oysa bana verilen aylıktan çok az param kalmıştı. Her nerede olursam olayım param parmak izime tanımlanacağından, ayın sonuna kadar yürüyerek gitsem olurdu. Aylığım geldiğinde de bir taşıta binerdim. Ne kadar ilerlesem kârdı.
İşe gelince… Nasılsa serbest çalışıyordum. Yaptığım işi her yerde yapabilirdim. Yere atılmış plastikleri toplayıp geri dönüşüm merkezlerine götürüp çalışmış olduğumu kaydettirmem gerekiyordu. Benden çok şey beklemiyorlardı nasılsa. Gerçi benim nerede olduğumu kaydettirdiğim yerlere bakarak bilebilirlerdi; ama bir ay çalışmasam da olurdu pekâlâ. Benim gibi küçük bir iş yapan birisinin işini yapıp yapmadığıyla pek ilgileneceklerini sanmıyordum. Denetlemiş olsalar bile, ancak üç ay çalışmazsam paramı keserlerdi. Kanun buydu…
Hem zaten makineyi araştırırken de işimi yapmıyor olacaktım.
Bana ayrılan küçük odadan, odalar herkese veriliyor ve herkes aynı tip odalarda kalıyordu, tüm varlığımı alıp yola çıktım. Başkente kadar yürüyerek gidecek olursam beş-altı ay kadar yürümem gerekecekti. Ayın bitmesine yaklaşık on beş gün kalmıştı. Bir haftadır idare edebileceğim yiyeceğim vardı. Eğer dişimi sıkarsam belki birkaç gün daha idare edebilirdim; ama son bir haftadan sonra karnımın doyması gerekiyordu.
O zaman bir şeyler alsam, yiyeceğe duyacağım ihtiyaçtan dolayı kalan paramın yetmeyeceği kesindi. Peki ne yapmalıydım? Elbette gözümü karartıp dayanıklı yiyecekler almaya gitmekten başka çarem yoktu. Nasılsa şimdi ihtiyacım olmayacağından çok pahalıya mal olamazdı. Üstelik onları yanımda taşımak çok büyük külfet olacaktı benim için. Alacağım malların üzerimdeki külfetinin zihnimde uyandırdığı istemeye istemeye aldığıma dair düşüncesini İhis makinesinin hesaba katıp onlara biçtiği fiyatı düşürmesini umuyordum. Sırf bu yüzden, bu aklıma gelen en iyi plandı. Yine de; bu konuda kendimi kaptırıp planıma dair çok fazla düşünmemeliydim. Makinenin bu tür bir planı hesaba katmayacağını bilemezdim.
İşte bu kadar korkuyordu insanlar bu makineden! Bir şey karşısında heveslenemiyorduk bile. Makineyi kandırmak için kendimizi dizginliyorduk. En doğal duygularımızı dahi yaşayamıyorduk. Hayatımız yapış yapış bantlar arasında adeta pelteye dönmüştü! Bantların yapıştırıcı kısmıyla ayırt edilemeyecek kadar birleşmiş, hiçleşmişti…
Kendime daha fazla düşünmek için izin vermeden doğruca markete yollandım. Her şey tam da tahmin ettiğim gibi olmuş, neredeyse bir çuvalı dolduracak kadar yiyecek almama rağmen daha önceki ekmeğe verdiğimden çok çok daha az bir ücret ödemiştim.
Umarım bu çuvalı ve diğer eşyalarımı bana tanımlanan para gelene kadar taşıyabilirdim. O zamana kadar pek fazla yol alacağımı sanmıyordum. Özellikle bu bir çuval ağırlıktan sonra…
Ne olursa olsun bu yola çıkmaya karar vermiştim ve bu kararımı hayata geçirecektim. Geçirdim de…
Yola çıktığımda, yaklaşık yirmi kilometre sonra ağacın birine öylece dayanmış bir bisiklet gördüm. Sahibi görünmüyordu ve çuvalın ağırlığı beni yerin dibine bastırıyordu. Dolayısıyla düzgün davranmayı zerrece umursamadan ve hatta bir an bile bunu aklıma dahi getirmeden bisikleti aldım, seleye çuvalı bağladım ve ona bindim… Harikaydı! Sırtımda bir çuvalın olmaması gerçekten rahatlatıcıydı. Sonra bisikletin gidonundaki çıkartma gözüme ilişti… Çıkartmada: “İhtiyaç Hâsıl Olduğunda Kullanılmalıdır!” yazılmıştı. Ve yazının altında bir logo vardı… Kanatlar… Bir çift kanat resmi…
Bu yasa dışı örgütün varlığından haberim vardı. Kendilerine melekler diyen, onlara aylık olarak verilen standart miktardaki paralarının bir miktarını ihtiyaç sahiplerine yardım etmek için ayıran insanlardan oluşan bir örgüttü. Bu örgüte katkıda bulunmaya niyetlenmiştim; ama hem onları bulmak kolay değildi hem de kendim bile kıt kanaat geçinebiliyorken onlara verecek para bulmak imkânsız gibi bir şeydi. Çıkartmayı gördüğümde çok mutlu olmuştum; çünkü böylece hırsızlık yapmış olmamıştım. Gerçi bunu bilmeden bisikleti almam, bana her an hırsızlık da yapabileceğimi kanıtlamıştı ve bunun için vicdan azabı çekmekteydim; ama bu hatamı başkente gidip makine hakkında bir şeyler öğrenip bilgimi insanlarla paylaşarak telafi etmeyi düşünüyordum.
Aslında daha büyük hayallerim vardı benim. Makineyi alt etmek için örgütlenmeye önayak olmak istiyordum. Bireysel çabalarla, sadece kendimizi ya da en fazla bir avuç insanı kurtarmakla olacak bir iş değildi bu. Uzun bir yola bunun için çıkmamıştım. Bu kadar zahmeti içlerinden biri ben dahi olsam sadece birkaç kişi için çekmek istemiyordum. Çok daha büyük düşünüyordum… Tasarılarımı hayata geçirmek için ihtiyacım olan bilgiyi elde edebilecek miydim bakalım. Hayal kurmak kolaydı… Oysa bu çuval bile çok ağırdı. Yolda oldukça dik yokuşlar vardı. Bisikletimi yanım sıra çekmek zorunda kalıyordum çoğunlukla. Yine de bisikletin önüme çıkması mucizevi bir şekilde işimi kolaylaştırmıştı. En azından bu dik yokuşlarda çuval sırtımda olmuyordu.
Bana tanımlanan paranın hesabıma yattığı gün gelmişti sonunda. Onu hemen çekerek beni başkente ulaştıracak bir taşıtı durdurdum. Yolda bulduğum bisiklet katlanabiliyordu. Hatta çuvala bile sığabiliyordu. Yani param yetmediğinde onunla yola devam edebilecektim. Bunun rahatlığıyla ihtiyacımın çok büyük olmayacağını biliyordum. Param başkente gitmeye yetecekti büyük ihtimalle. Bisiklete ihtiyacımın kalacağını da sanmıyordum; ama yine de onu çuvala koymuştum. Şoför bandı alıp alnıma yapıştırmamı ve ücreti, şaşırtıcı bir şekilde oldukça az olan ücreti, ödememi bekledikten sonra yola devam etti. Başkente kadar olaysız ve masrafsız bir yolculuğa…
Eski oda hakkımı feshedip başkentte bir odada kalmam gerekiyordu. Bu işlemleri yapmam tamamen güvenliydi; ama resmi olarak burada kalacağımın bilinmesini istemiyordum. Evet, yol kayıtlarımdan nereye gittiğim anlaşılabilirdi; ama nerede olduğum değil…
Ben de bir melek kanadı çıkartması bulup onun izini örgüte kadar sürmeye karar verdim. Yalnız çalışamazdım. Hem başkent hakkında en ufak bir fikrim yoktu hem de… tek başıma bir şey halledemeyeceğimi bilecek kadar kendime karşı dürüsttüm. Üstelik bisikletin karşılığını ödemek, kendime olan saygımı sürdürebilmem için mecburiydi; çünkü devamlı kendimi sorgular hale gelmiştim bisikleti çaldığım için.
***
Örgütü bulabilmiştim sonunda; ama tamamen tesadüf eseri… Bisikleti onarıyorken selesinin altında küçük bir menteşe fark ettim. Bölme küçücük bir kağıdı alabilecek kadar küçüktü. Onu nasıl fark edebildiğime bile şaşmıştım… Bu kağıtta bisikleti geri vermek isteyebileceğim taktirde verilen numarayı aramam öneriliyordu.
O numarayı aradığımda karşımdaki beni görecek ve dinleyecekti; ama ben onu sadece yazdıklarıyla takip edebilecektim. Böyle bir güvenlik önlemi, çok az insanın sahip olabileceği bir lükstü. Hatta Bu telefonlar İhis makinesine benzeyen bir düzenekle insanların yalan söylediklerini dahi algılayabilecek bir şekilde donatılmıştı. Ben de böyle bir makinenin sahibini arayacaktım şimdi. Muhtemelen örgütün önemli bir personeliyle görüşecektim. Belki de bu bisikletteki kağıdı bulan birisinin örgüte alınabilme ihtimali bile vardı, ki benim aradığım fırsat tam olarak buydu. Bana kalırsa örgütün sırf bu yeni eleman alımları için bile bu tür bir teknolojiyi kullanması mantıklıydı. Yasa dışı bir örgütün yeni kanları içine dahil etmesi o kadar kolay olmamalıydı. benim alnım her şekilde açıktı. Ben toplum için bir şeyler yapmak istiyordum. Tamamen sıradan biri olmamın bir önemi yoktu. En azından kendi nazarımda… Ben bir şeyler yapıp dünyayı daha iyi kılmak isteyen sıradan bir insandım ve bu örgütün benim gibi insanlara ihtiyacı vardı. Bir planı, bir vizyonu olan insanlara…
Sırf bir planım olduğu için bile olsa, örgütün beni reddetmeyeceğine oldukça emin olarak aradım onları. Tıpkı tahmin ettiğim gibi başlangıç olarak yaptıkları tüm testlerden geçtikten sonra beni adresini verdikleri bir binanın önüne yüz yüze konuşmak için çağırdılar. Tabii ki orada konuşmayacaktık. Sadece orada onlardan biriyle buluşup merkezlerine götürülecektim ve ne yapacaksak orada yapacaktık.
Binanın önüne gittiğimizde benim yaşlarımda bir kız yanıma gelip:
“Bisiklet mi?” diye sordu. Her ne kadar saçma da olsa parolamız buydu.
“Evet,” dediğimde beni binanın arkasına götürüp rastgeleymiş gibi görünen bir kaldırım taşını elindeki demir kancayla çekip bir merdiveni gözlerimizin önüne serdi. Önüne düşüp merdivenleri inmeye başladım. Kaldırım taşını yerine ittiğinde etraf kararmıştı; ama o hemen bir fener yakıverdi.
Birkaç basamak indikten sonra elektronik bir kapının önüne geldik. Bu kapının kasasına da İhis makinesine benzeyen bir makine yerleştirmişlerdi ve küçük bir sepette de bir düzine bant durmaktaydı. Kız, hemen bantlardan birisini alıp diğerini de bana verdi ve standart prosedürü uygulamaya başladı. Tek farkla ki, bu bantlar alına yapıştırıldıktan sonra kapıda yer alan bir hazneye atılıyordu. Eğer onay verilirse kapı açılıyordu. Doğrusunu isterseniz makine onay vermezse ne olacağını bilmiyordum. Sormaya dahi gerek duymamıştım; zira onaylanacağıma emindim.
İlk bakışta küçücük bir oda gibi gördüğüm mekân, adeta kapılar cennetiydi. Duvarlarında bir sürü kapı olan yuvarlak bir oda… İnsanı bu kapıların açıldığı odaların varlığı hakkında şüpheye düşürecek kadar çok kapı vardı.
Örgütün kullandığı teknoloji oldukça rastlanmadık idi ve her şey mümkündü.
Bu arada odanın tam ortasında oda gibi yusyuvarlak bir masa bulunuyordu. masanın etrafında da üç kişi oturmaktaydı. İki kadın ve bir adam… Kadınlardan birisi bana eliyle yaklaşmamı işaret etti ve yine eliyle yanındaki sandalyeyi gösterdiğinde, kadının sessiz emrine uyup oturdum. Adam ve diğer kadın da bana gülümsedikten sonra bana yer gösteren kadın konuştu:
“Bisikleti yanında getirmemişsin…”
“Evet… Nasılsa daha sonra görüşeceğiz ve…”
“Kendinden bu kadar emin olman gerçekten çok güzel; ama henüz grubumuzun bir üyesi olmadığını sana hatırlatmak zorundayız… Bu kapıdan girmen sadece sana güvenebileceğimiz anlamına geliyor.”
“Peki, örgütünüzün bir üyesi olmak için ne yapmalıyım?”
“Soracağımız sorulara bizi tatmin eden cevaplar vermelisin… İlk sorumuz şu: Neden başkente gelmek istedin ve neden kaydını buradaki bir odaya kaydırmadın?”
“Ben de bunun cevabını vermek için sizinle iletişim kurmak istiyordum zaten…”
“Dinliyoruz,” diyerek ilk defa lafa girdi adam.
“Başkente gelip İhis makinesi hakkında biraz daha bilgi almak istedim…”
“Neden? Neyi amaçlıyorsun?”
“Ruhsuz olmadan zengin olmanın yolunu keşfetmeyi…”
“Biraz daha kapsamlı bir açıklama yapman gerekecek…”
“Makineyi kandırıp ihtiyaçlarını maskeleyebilen insanların karakterlerini mutlaka gözlemlemişsinizdir… Ölü gibidirler ve hiçbir şekilde duygularını göstermezler. Üstelik onları gözlemleyen birisine oldukça korkak olduklarını düşündürürler; çünkü hiçbir zaman kimseyle göz teması kurmazlar. İnsana gerçekten yaşamadıklarını düşündürürler…”
“Kesinlikle,” dedi o zamana kadar konuşmayan kadın.
“Peki bunun senin amacınla ne ilgisi var?
“Ben, onlar gibi olmadan makineyi alt etmenin bir yolunu bulabileceğimi düşünüyorum. Eğer makine hakkında yeterli bilgiyi elde edebilirsem tabii. Bunun için de sizin yardımınıza ihtiyacım var…”
“Bu konuda bir şeyler yapacak kadar eğitimin var mı?” dedi adam.
“Aslına bakarsanız… Aldığım eğitim yeterli olmayabilir. Herkesin aldığı standart eğitimden fazlasını almak için yeterli param olmadı hiç.”
“Peki neye güvenerek bize geldin?”
“Motivasyonuma… Makineyi alt etmek için yeterli, belki de yeterinden fazla olan motivasyonuma…”
Bana yer gösteren kadın, aniden gülümseyiverdi ve onlarca kapıdan birisini göstererek:
“Burada biraz beklersen söylediklerini tartıştıktan sonra kararımızı sana bildirebiliriz,” dedi.
Hemen dediğini yaptım. Girdiğim yerde sadece gösterişsiz sandalyeler vardı. Hani şu kenarlarında katlanabilen, üzerlerine bir şeyler koymanız için kullanabileceğiniz paneller olan türden… Kapıya en yakın bir tanesine oturdum ve beklemeye koyuldum. Çok fazla bekleyeceğimi sanmıyordum. Onlara bir zararım olmayacağını görmüşlerdi nasılsa. En kötüsü bana yatırım yaptıklarında başarısız olmaktı. Ellerindeki imkanların çokluğunu gördükten sonra, bana yapacakları yatırımın onlara en ufak bir zararının olacağını düşünmeleri, kelimenin tam anlamıyla cimri olduklarının bir göstergesi sayılırdı. Hem zaten onlar da bu örgütü İhis makinesini alt etmek, en azından insanları bu makinenin etkilerinden ellerinden geldiğince korumak için kurmamışlar mıydı? Eğer öyleyse, yani bu doğruysa beni, fikrimi sınamamaları için hiçbir sebep yoktu.
Birkaç dakika geçtikten sonra beni çağırıp bana bir şans vereceklerini söylediler. Elbette öyle olacaktı…
Hemen çalışmaya başlamamız gerektiğini söyledim onlara. Makine hakkında bilinen her kaynağı görmek istediğimi… Onlar da vakit kaybetmek istemiyorlardı ve hemen beni bir odaya götürdüler. Odada; uzun boylu, alnı açılmış, yüzüne göre çok ince çerçeveli gözlükleri olan orta yaşlı bir adam odadaki ağır, tezgaha benzeyen metal bir masanın yanındaki metal sandalyelerden birisine oturmaktaydı.
Benimle birlikte gelen adam sandalyedeki adamı gösterdi:
“İşte onun yanında eğitim alacaksın. Makine hakkında bilinmesi gereken her şeyi biliyor o. Belki de ona bu makineyi alt edebilmesi için gereken tek şey sensindir…”. Sesindeki alay hiç de canımı sıkmamıştı. Nasıl olsa bana bir şans vermeyi kabul etmişlerdi. Şimdilik tek istediğim buydu.
Adama selam verdiğimde, gözlerinde tıpkı paralarını makineye kaptırmayan zenginlerin ruhsuzluğunu görmüştüm. Tabii ki onun bu makinenin sırrını çözmesi imkansız olacaktı. Her ne kadar beni getiren adam bana onun tek ihtiyacı olanın ben olduğumu söylerken alay etmekte olsa bile, söyledikleri tamamen doğruydu. Bu adamın ihtiyacı olan tek şey bendim. Üstelik bu odada aradığımdan da fazlasını bulmuştum. Hem makinenin sırlarına vakıf hem de bu makinenin kurbanı olan birisi… Böylece makinenin insanda yaptığı tahribatı çok yakından gözlemleme fırsatım olacaktı.
Adam beni öylesine selamladıktan sonra hemen, hiç vakit geçirmeden işe başladık. Makineyi bana anlatmaya başladı hemen. Bezmiş görünüyordu. Her şeyden fazla istediği bir tek şey vardı; ama ona asla ulaşamayacağını çok iyi biliyordu. Gerçi orada bunu bilen benden başka tek kişi de oydu; çünkü makineyle ilgili her şeyi bildiği gibi, onu alt edebilmek için onun kurbanı olmamak gerektiğini de bilmemesi imkânsızdı. Örgüttekilerse, kuvvetle muhtemel, onun bu halinin sadece bir meslek hastalığı olduğunu düşünüyorlardı.
Hakkında önemli olan tek şeyi bildiğime göre bu adamın yanında oldukça rahat olacaktım. Evet, belki makineyi tek başına alt edemeyecekti; ama o olmazsa ben de bunu başaramazdım. Birbirimiz olmadan hiçbir şey başaramayacağımızdan, ona saygı duymam gerekiyordu. Her ne kadar makineye kendisini kaptırmış insanlardan doğam icabı tiksinsem de… Bu adam bunu para için yapmamıştı. Sırf bunun için bile olsa, saygı duyulmayı hak ediyordu. Oysa o henüz benim potansiyelimi bilmiyordu. Bunu ona göstermeli ve yanında beni kıskanmamasını sağlayacak kadar mütevazı davranmalıydım. İncinmesini gerçekten istemiyordum.
Aylarca çalıştık. Her gün şafakla birlikte kalkıp yanına gidiyor ve ondan makinenin sırlarını teker teker öğreniyordum. Bazen orada uyuyakaldığımız bile oluyordu. Yemeklerimizi getiren genç bir adam olmasa yemek bile aklımıza gelmeyecekti. Evet, o da benim gibiydi. İlk görüşmemizdeki tahminim doğru çıkmıştı. Bu işi bir takıntı haline getirmişti. Aslına bakarsanız, makinenin onun üzerinde kesin bir başarı kazandığını tam olarak söyleyemezdim. Onun yaşam enerjisini almıştı; ama makineyi alt etmeye olan inancını alamamıştı. Böylece canlılığını da alamamıştı aslında. Gerçi böylesi daha kötüydü; çünkü cansız birisi canlı olmayı anlamazdı; ama yarı canlı, bir tek şey için yaşayan biri, canlı olmanın, başka bir şeyler için de yaşamanın nasıl bir şey olduğunu hatırlayabilirdi. Gerçi böyle bir şeyi isteyecek kadar etrafına bakabilir miydi bilmiyordum. Yine de makineden kurtulması için bir yol vardı. Yani makine tarafından tam olarak tüketilmemişti. Kurtulmak için yapması gereken tek şey onu alt etmek istemekten vazgeçmekti. Bu da; ne yazık ki pek mümkün görünmemekteydi. Gerçi eğer dikkat etmezsem benim durumum da onunkine benzeyecekti. Tıpkı onun yaptığı gibi, yavaş yavaş takıntı haline getirmekteydim bu makineyi. Bunun çok saçma bir nedeni vardı aslında. Her nedense, örgütün benden her an vazgeçebileceğini düşünüyordum. Ya da ne bileyim, pekala bir baskın olabilirdi ve biz yakalanabilirdik… Hasılı, benim bu makine hakkında öğrenebileceğim her şeyi en kısa zamanda öğrenmem gerekiyordu. Hiçbir şeyi şansa bırakmak istemiyordum. Bir gün ders arasında adama daha önce basılıp basılmadıklarını sorduğumda onlarca kere basıldıklarını söylediğinde korkumun haklılığı konusunda hiç şüphem kalmamıştı.
Makinenin insanları nasıl etkilediğine çok yakından şahit olsam da günbegün ben de etkisine girmekte olduğumu fark etmiştim. Bir şeyler yapmazsam ben de onlar gibi canlılığımı kaptırabilirdim o lanet yapışkan dişlere. Anlaşılan, buna engel olmak için sadece durumu bilmek yetmiyordu. Başka önlemler almak zorundaydım. Peki ne yapabilirdim? Nasıl engel olabilirdim ihtiyaçlarımı bastırıp canlılığımı kaybetmemeye? Kendimi nasıl alıkoyabilirdim! Bilmiyordum… Bana makinenin çalışma biçimini öğreten adamı nasıl olup da hafife aldığıma şaşıyordum. Doğrusunu söylemek gerekirse utanıyordum bunun için. Yine de gururumu ayaklar altına alıp onunla konuşmaya karar verdim. Durumu, hatta onda da aynı semptomları gözlemlediğimi anlattım. O ise, bana sadece öylece bakıp:
“Ben bu durumun farkında değil miyim sanıyorsun? Bunu engellemenin ya da tersine çevirmenin bir yolunu bulsam uygulamaya çalışmaz mıyım sence? Ya da sana söylemez miyim? Öyle ya, biz rakip değiliz… Aynı şeyi hedefliyoruz. Yoksa rakip miyiz? Daha kötüsü… benim hiçbir şeyin farkında olmayacak bir aptal olduğunu mu düşündün? Yoksa bana acıdın mı? Keşke bir aptal olsaydım da benden bin kat akıllı olan sen, makineyi çözebilseydin… İhtiyaçlarımızın ve isteklerimizin maskeleyerek onları bastırıp canlılığımızı, kendi ellerimizle makineye kaptırmayacak şeyi bulabilseydin…”
Ne diyebilirdim ki? Utanmıştım! Aynen dediği gibi düşündüğümü biliyorsunuz zaten. Onun bir aptal olduğunu sanmıştım. Hem de; daha makineyi alt etmeye bile çalışmadan daha sadece nasıl çalıştığını anlamaya çalışırken.
Derken; daha önce gördüğüm; kafamda dönüp dolaşan bu fikri hayata geçirmeye kalkışmamı sağlayan, baykuşa benzeyen o yaratık gözlerimin önünde belirdi. Tam ikimizin arasında, tam göz hizasında, hayali bir tüneğe konmuşçasına kıpırdamadan durdu. Kanatlarını kapadı ve o yuvarlak gözleriyle gözlerimin içine bakmaya koyuldu.
“Neden en önemli ihtiyacınızı, yani; ruhunuzun canlı kalabilmesini, onun sönüp tükenmemesini zihninizin en önünde tutmuyorsunuz?”
Bir an düşündüm… ağzım açık kalakalmıştım. Yaratık haklıydı. Madem en önemli ihtiyacımız buydu, madem yemek, su, ulaşım… gibi şeyler bu ihtiyacımızın üstünde değildi, o zaman tek yapmamız gereken… hatırlamak değil miydi? Ruhumuzun sağlam kalmasının bizim için ne kadar önemli olduğunu hatırlamak… Önemli olan makineyi alt edebilmek değildi. Önemli olan ruhumuzu, yani canlılığımızı makinenin dişlerine kaptırmamaktı.
“Baykuş haklı…” dedi adam, ağzımı açsam kullanacağım türden, şaşkın; ama idrak edebilmiş bir tonla. Demek ki bu baykuşu o da görebiliyordu…
Öyleyse, geriye sadece insanlara ruhlarının ihtiyaçlarından daha önemli olduğunu hatırlatmak kalmıştı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir