Her yerde kıtlık hakimdi. İnsanlar yiyecek ve su bulamadıkları için telef oluyordu. Hayvanlarsa vahşileşmişti ve onlar da ölüyordu; ancak daha toprağa düşerken yem oluyorlardı diğer hayvanlara. Çok nadir olarak da insanlara…
Vahşi doğaya çıkmaya cesaret edebilen çok az insan vardı. Açlık korkudan büyük değildi…
Korkuyorlardı çünkü efsanelerle doldurulmuştu kulakları.
Her nasılsa depolanmış şeker kristalleri dışında enerji verecek bir şey yoktu ve bu kristaller, bir türlü tükenmiyordu.
Nasıl oluştukları, nereden geldikleri de bilinmiyordu. Sadece depolardan çıkarılıp günlük olarak paylaştırılıyordu o kadar. Sekiz yıldır…
Şeker pahalı bir şeydi eskiden oysa. Uzun süreçler istiyordu üretilmesi. Bu kadar bol ve kolay bulunması şüphe uyandırıcıydı.
Denizlerin, göllerin ve kaynak sularının kirlendiği söyleniyordu ve gıdım gıdım veriliyordu su. Suyun nereden geldiğiyse meçhuldü.
Meyve yoktu. Bazen çürük çilekler, domatesler ya da havuçlar dağıtılırdı. Özel günlerde…
On-on bir yaşlarındaki bir çocuğun, bir yerlerde bulduğu bir anahtarla kilitli bir logarı açması ve açtığı yeri annesine göstermesiyle çözülmüştü her şey.
Kanalizasyon değildi; ama kirli bir şeyleri saklıyordu bu gizemli logar kapağı. Kilolarca erzakı…
Halka verilmeyecek olan bu erzak neden depolanıyordu burada?
Aynı anahtarla açılan bir sürü logar buldular. Tarlalar bile vardı yeraltında.
İşlenen, verimli tarlalar…