Bu güzel şehrin hemen hemen hatırı sayılır her ilçesinde bir sanat sokağı vardı. Ben de bizimkinin ortalarında bir yerlerde, sokağa girildiğinde sol taraftaki bir dükkanda, doğal taşlardan yaptığım kolyeleri satmaktaydım.
Bu kolyeleri renk uyumuna göre değil, insanların ihtiyaçlarına göre yapıyordum. Biraz pahalı olabiliyordu. Bu, tedarik ettiğim taşlara göre değişiyordu.
Bazen, bazı taşları yontarak insanların hoşlarına giden şeyler de yapabiliyordum. Bir diş fırçasının telden kıllarının uçlarında küçük elmaslar bulunan bir alet yapmıştım kendime ve taşları fırçalayarak şekillendirebiliyordum böylece.
Bir gün, iradesini kullanmayı bilmediği için soluk benizli olan bir kadın girdi dükkana. Adımları güçsüz, kararsızdı. Eşinin çocuk istediğini; ama kendisinin çocuğu olmadığını söyledi. Emin olup olmadığını sorduğumda da; eşinin öyle söylemiş olduğunu aktardı bana. Ay taşı bir kolye yaptım ona. Tabii ki sadece ay taşından oluşmuyordu. Dumanlı kuvars, granat, başka taşlar…
Sırf eşinin onu biraz rahat bırakması ve o iğrenç özgüvenini kırabilmek için, onun da bir öküzü hadım ettikleri zaman orada bulunmasını, cinsel organını çiğ çiğ yemesi gerektiğini söyledim.
Önemi kalmayacaktı gerçekten yiyip yememesi ya da çocuklarının olup olmaması bana kalırsa.
Çünkü bu kolyeyi takarsa, zamanla eşinin ona iyi gelmediğini anlayacak, bir ihtimal, ondan boşanabilmesini sağlayan kararlılığı, gücü, enerjiyi ve inancı bulabilecekti.
Ya da eşine kendisini anlatabilecek cesareti…
Belki de uzlaşıp anlaşacaklardı…
Taşlara inanmayan kimsenin yolu bu dükkandan geçmezdi çünkü.