25.05.2023

“Habil’in Kanı ha? Bu bitki her yerde bulunmaz kızım. Bulmak hiç kolay değildir. Çok büyük bir dağın zirvesinde, büyük bir kayanın altında bulmuştum bir zamanlar. Belki hâlâ orada bitiyordur. Belki… O dağın yerini sana tarif edebilirim, kayayı da işaretlemiştim. Üzerine bitkiyi oymuştum. Eğer kış kıyamet silmemişse oradadır.”
Gide gide bir kasabaya gelmiş, kahvede, eski bir peykeye yığılmış yaşlı bir adamdan işitmiştim bu sözleri. Onun tarifine uyup yola çıkmıştım.
Onu arıyordum çünkü. İşime yarayacak tek şeyi… Habil’in Kanı’nı. Ancak efsanelerde duyulmuştu bu bitkinin adı. Hiç gören olmamıştı. Onu gören bir tek kişiye rastlamıştım, dermansız o yaşlı adama…
Belki de şimdi yaşamıyordu. Öyle ya, yola çıkalı bir yıldan fazla zaman geçmişti. Başıma bir sürü şey gelse de şimdi buradaydım işte. Kan damlası şeklinde küçük sert tohumları olan birkaç kök bitkiye bakıyordum. Habil’in Kanı’na.
Kokladım. Ateş kokuyordu. Hiçbir şey öldürmemiş, masum bir ateş. İşte bu tohumları toplayacak, teker teker ihtiyacı olanlara verecek, bir tanesini de kendime ayıracaktım.
İşte, artık evimdeydim. Binlerce mahalleden hiçbir farkı olmayan bir mahalle içindeki sıradan evimde. Ama artık benden başka kimse yoktu. Söylediklerine göre yaşlı annem ölmüştü. Kocam zaten bu yolculuğa çıkmadan ayrılmıştı benden. Çocuğum da başka şehre okumaya gitmişti. Ev dağınıktı, tozluydu ve berbat kokuyordu. Ama onu temizlemeye şu an vaktim yoktu. Sadece kendimi temizleyip dinlendikten sonra onları aramaya gittim. Habil’in Kanı’na ihtiyacı olanları. Çok uzakta değildi. Sadece apartmanımda dört kişi vardı. Karşımdaki evdeki kadın, Fatma, kocasından dayak yiyordu. Yan dairedeki adam, Rıza, patronu tarafından her gün aşağılanıyor, boğaz tokluğuna çalıştırılıyordu. Alt kattaki çocuk, Osman, kendi babası tarafından tecavüze uğruyordu. Üstümüzdeki Nevin de annesi tarafından her Allah’ın günü pazarlanıyordu.
Daha çok vardı. Sayıyla toplamıştım bu tohumlardan. Her birine teker teker verecektim. Onlar da bu tohumları ağızlarında kırıp, o tek damlayı yutacak ve Habil’in, boşu boşuna öldürülenin öfkesinin haklı gücünü kendi damarlarında bulacaklardı. Efsaneye göre tanrısal bir doğruluk olacaktı damarlarında. Bir tür şans, adaletin kana karışan hâli. Ve onunla her şeyi yoluna sokma kudreti onların olacaktı. Bu kudretle gerekeni yapacak, uğradıkları zorbalıktan kurtulacaklardı.
Hepsine verdikten sonra son tohumu kendime aldım.
Benim sorunum mu?
Sorun bizzat bendim. Kendi kendime zulmediyor, varoluşumdan nefret ediyordum. Onun için bu kadar uğraşmamış mıydım? Onun için efsanelerdeki bu bitkiyi aramak ve varlığıma anlam katmak için böyle sefillik çekmemiş miydim? Ama işe yaramamıştı. Bu tohumu verdiğim herkesin mutlu olduğunu görsem de ben hâlâ kendimden, yaptıklarımdan memnun olmamıştım.
Madem öyle, ben de kendime karşı kullanacaktım bu tohumu.
Hem Habil hem de Kabil olan en büyük zorbaya…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir