Ölmek üzereydim. Bir ormanda avlanırken hem de. Yanımda hiç kimse yokken. Ne demeye bir ormana tek başıma gitmiştim ki? Keşke şu saçma sapan iddiaya girmeseydim. Kime neyi kanıtlamam gerekiyordu! Ben özgüvensiz miydim ki böyle kendimi insanlara kanıtlamaya, saçma sapan iddialara giriyordum?
Neymiş, kadınlar ava tek başlarına çıkabilirmiş. Evet, çıkabilir… Eee, ne oldu yani şimdi? İddiayı kazandım da ne oldu? Acaba mezarımdan kalkıp ona “Yılan sokmasaydı kazanacaktım,” diyebilmemin bir yolu var mıydı?
İşte ben böyle bir insandım! Bu tür bir salaktım! Yahu ölüyordum be, ölüyordum! Ve hala iddiayı kazanmanın peşine düşüyordum. Kazandığımı kanıtlamamın…
İddiaya girdiğim adamı sevdiğimi bile söyleyememiştim üstelik. Son sözüm
“Yılan sokmasaydı kazanırdım,” mı olacaktı yani?
Söylemem gereken o kadar çok şey vardı ki ona, diğer insanlara…
Ama ölüyordum işte…
Eee, ne olmuştu şimdi? Ölmüş müydüm? Bu kadar insanla nereye gitmekteydik? Cennete mi, cehenneme mi; yoksa arafa mı?
Yahu işe bakın, öbür dünyada bile bir kuyruk vardı! Tuhaf bir şeydi ama içimdeki bir his, ölmüş olsam ve kuyruğa falan girmiş olsam bile bir terslik olduğunu söylüyordu. Yani her şey olması gereken seyrinde ilerliyor görünse de bu seyir hakkında kesin hiçbir fikrimiz olmasa bile, işlerin normal seyrinin dışında geliştiğini, olması gerekenin olmadığını, açıklayamayacağım bir şekilde hissediyordum.
Sıranın önlerine geldiğimde onu gördüm. İnsan kostümü giymiş bir uzaylı… önünde bir klavye, insanları kaydediyordu.
Neden? Ne yapmak, nereye götürmek için?
Hemen arkaya sıyrılıp gözüme ilişen bir bilgisayar paneline yöneldim. Bir klavye ve ekrandan oluşan bir paneldi bu.
Şifre isterdi muhtemelen… ‘insan’ yazdığımda şifre kabul edilmişti. Şansıma şaşırmadan işe koyuldum.
On beş dakikalık harıl harıl bir araştırmadan sonra, emperyalist bir uzaylı kolonisinin, yeni enerji kaynakları ararken; ruhlarımızın enerjisinden yararlanmanın bir yolunu keşfettiklerini; şu an da enerji madenlerine hapsedilmeye, hem işçi hem de hammadde olmaya götürüldüğümüzü öğrendim…