Yürüyordum. Hırpani bir yaratık, yanında aç bir yaratıkla benimle birlikte yürüyordu. Onlar durdular, ben de istemsizce, bu iki yaratığın arasındaki sohbeti merak ederek durdum.
“Arkadan olursa yirmi lira daha,” diyordu hırpani yaratık.
Aç olan kabul ediyordu salyalarını bile toparlamadan. Yine de ellerini ovuşturmayı ihmal etmiyordu. Karlı bir alışveriş yapmıştı.
Birlikte yürümeye başladılar. Benim gittiğim yöne gitmeyeceklerdi. Hırpani olanı düşündüm. Kendisine ait olmayan bir şey üzerinde fiyat belirtir gibiydi. Duygusuzdu. Pazardaki çığırtkanlar kadar dahi istekli değildi. Oysa onlar ellerine geçici bir şekilde alıp hemen satarlardı mallarını. Onlara bağlı olmadıkları içindi bu kadar coşkuyla bağırmalarının nedeni belki. Ürünlerini kendileri yapanların ya da yetiştirenlerin bile onlara ihtiyaçları olmadığı için sattıkları bir gerçekti.
Oysa o, aldığı her kuruşla kendisine ait olmadığını hissetse de kendisinin olanı, her nefesinde duyumsamaya engel olamayacağı şeyleri, şeyi, satıyordu. Büyük bir kayıtsızlıkla hem de.
Aldığı her kuruşla yediği her lokma, onu bir anlığına doyuracak, işkencesini körükleyen ateş olacaktı üstelik. Sadece kendi de yemeyecekti o lokmalardan. Onun olmayan küçük bedenler de nasiplenecekti. Kıllarına zarar gelse içinde fırtınaların kopacağı, bedenler…
Bir tezgah bile kurmamıştı. Gittiği her yere götürüyordu kayıtsız tezgahını. Mesleğinden sıyrılacak bir tek an bile bulamazdı. Uyurken ağrıyan bölgelerinin acısını o muhteşem kayıtsızlığı bile dindiremezdi ki.
Oysa dalından koparılan hiçbir şeftalinin acısını, onları satan hiçbir satıcı hissetmezdi.
Ve ne olurdu? Bu karşılaşma birkaç dakikada yazılır, bunu yazan bile çabucak unuturdu.
Gerçekten unutur muydu? Unutmasa ne fark ederdi?