O zamanlar, yaşıyorken, iş görebiliyorken zaman hızla geçiyor gibiydi. Oysa burada, şu dükkandaki aynı rafın üstünde, tozum bile silinmeden dururken nasıl geçsin ki!
Binlerce yıldır yaşadığımdan zamanı gayet iyi bilirim. Her saniyenin önemini…
Aslında sadece yaşımdan değil, daha çok zamanı acıyla ölçtüğümden.
Bir kırbacın acıyı her haliyle bilmesinden daha doğal ne olabilir ki? Hele bir de benim gibi görkemli oldun mu işin çok olur, böylece çok daha deneyimli olursun. Bronz bir ahtapot başı ve dokuz deri kayışın yerleşebileceği dokuz kolu olan bir kırbaçsanız… Bir de ahtapot gagasına benzer bir parçanız da oldu mu, Tüm işleri siz almışsınız demektir. Acı çektirmek sizden sorulacaktır artık.
Beni yapanı hiç görmedim. O zaman sadece bir şeydim çünkü. Bir nesne… Bilincim falan yoktu.
İlk hatırladığım şey, hassas bir tenin üzerinde şakladığım ve ona acı verdiğim o andı. Kan akmamıştı ama o acı! Bir bebeğin doğar doğmaz ağlaması gibi… Tek farkla, ben doğduğum an ağlatmıştım.
Sonra arkası geldi tabii. Çalışmam gerekiyordu değil mi!
Acıyla dolu o şaklama anları… Bazen gagamın arasındaki o sıkışan nazik tenler…
En güzeli de acıdan gitgide dağılan ruhların, benim için ağızda dağılan bir şekere benzer lezzetiydi.
Bilmem bilir misiniz, bir derinin sağlıklı kalması için onu badem yağıyla beslerler. Oysa bana bunu yapmalarına gerek yoktu. Kan ve acı ne güne duruyor. Hem benim kollarım badem yağıyla beslenen bir deriden çok daha canlı görünüyor. Bir vücuttan hiç ayrılmamış gibi.
Sadece bu da değil. Diğer kırbaçlardan bir farkım daha var benim. Yok yok, onu sonra anlatacağım. Önce size işimin ayrıntılarından bahsedeyim ki beni biraz daha anlayın. Hem dedim ya, burada hiç zaman geçmiyor. Belki sayenizde biraz oyalanırım.
O kadar çok yaratığın üzerinde şakladım ki! Sadece şaklamam bile yetiyordu bazen. Ah! O sesimden bile irkilişleri! Henüz onlara dokunmadan çektirdiğim acıyı hatırlayışları! Düşünsenize, üzerinde şakladığım an, onlara dokunmadan bile… acımasa da daha önceki acıları hatırlayıp aynı acıyı, hatta daha fazlasını çekiyorlardı bazen. Bunu biliyorum çünkü o zaman bir sonraki anda çok daha acı oluyor vücutlarında.
Derimi besleyen şey kandan ziyade acı. Bir defasında acı çekmeyen, onun için devamlı bir yerleri zarar gören ve bundan haberi olmayan bir adam getirmişlerdi. Çok fazla kanatmıştım. … Tuhaf şey, gık bile dememişti. Hayatımda o kadar yavan bir tat hatırlamıyorum. İğrençti!
Acıdan zevk alanları da bilirim. Onların tatları biraz daha ilginç. Nasıl söyleyeyim… Biraz acı, biraz tatlı. Tatlılığı midemi bulandırsa da acının yanındaki o kontrastı dikkatimi çekecek kadar ilginç. Güzel olduğu bile söylenebilir. Eh, o da bir şeydir. Hiç yoktan iyi.
Beni kullananları da çok iyi tanırım. En çok da onları… Ellerine alıp sallamaya hazırlanmalarından itibaren nasıl kontrolü elime aldığımı… Onların nasıl bunu hiç anlamayışlarını… O şiddetten, acıdan beslendiklerini sanıp aslında beni besleyişlerini, sonra kendilerinden geçişlerini!
Sonra, belli bir yerden sonra, nasıl çektiğim tüm acıyı üzerlerine salışımı… Nasıl kollarımda ölüşlerini… Aslında, Ben onların ellerindeyken desem daha doğru görünecek değil mi? Gerçek her zaman doğru görünmeyebiliyor demek ki. Kollarımda öldükten sonra, onlara verdiğim tüm o acının bana geri gelişini!
Şu binlerce yıllık ömrüm boyunca yaşamımın nedenini, kim olduğumu falan hiç merak etmedim ben. Ne de olsa bir insan değilim.
Sadece bir tek şey merak ettim…
Beni kullanan o aptallar, beni her kullanışlarında kendileri de acı çekiyorlar. Başka bir varlığa acı çektirdikleri için olmalı. Onlardan da beslendiğimden iyi biliyorum. Hem en tatlı acı da onlarınki.
Peki neden? Madem bu acıtıyor, neden birilerine acı çektirmeye devam ediyorlar? İşte yaşadığım binlerce yıllık hayatımda tek anlamadığım şey bu.
İşte, şimdi de bir antikacıda, bir sonrakini beklemekteyim.
Beni acıyla besleyen ve beslediği bu acıyla ölecek olanı.
Belki herkes öldükten, dünya sona erdikten sonra, tanrıyı bulur ve ona içimdeki tüm acıyı geri veririm. Kuruyuncaya, binlerce yıl içinde çoktan toz olması gereken deri kayışlarım ve bronz gövdem dağılıncaya kadar.
Ama daha önce ona sorarım… Şu bir türlü anlayamadığım şeyi, bir de ona sorarım. Çünkü biliyorum. Acı var oldukça ben de ölmeyeceğim. Ölemeyeceğim!
Ve o yanıtı ona, acıyı yaratana soramadan asla öğrenemeyeceğim.