El arabasına bir yığın yeni biçilmiş çim yüklemiş onu bahçenin dışına götürüyor. Yolda en çok sevdiği kedisi çim yığınının tepesine tüneyiveriyor. Gözü kediye takılıyor. Bir isim koymaz kedilerine. Hiç koymadı. İsim koyacak çocuğu da yok. Şu ana kadar hiçbir şeyi koyduğu isimle işaretlemedi büyük ihtimalle. Böyle bir şey yaptıysa bile hiç anımsamıyor. Kediyi sevmediği anlamına gelmiyor bu, çok seviyor. Ona gülümseyip bir elini uzatarak arabaya daldırıp bir çim çekiyor ve kedinin önünde sallayarak dikkatini celp ediyor. Araba duraksıyor. Onun gibi her an bir şey yapan, verimliliğine önem veren birisi için, bu kediyi gerçekten çok sevdiğini kanıtlamış oluyor.
Bir süre bu oyunu oynuyorlar. Kedi sonsuza kadar oynayabilir belki, öyle görünüyor. O da… Başka hiçbir şey umurunda değil sanki. Sonra kedi dikkatini başka şeye çekiyormuş gibi yapıyor. Oysa gözünün ucuyla ota bakıyor. Bir hayvanın yaptığı bir hile bile olsa, kedinin hilesine kızıp oyunu bırakıyor. Ve El arabasının kollarını kaldırarak ilerliyor. Kedi ise… adeta ona alınıp çalımla arabadan atlıyor. Kalçasını bacağını sürterek; yani
“Yine de ailemdensin be kızım,” diyerek yanından uzaklaşıyor. Ona kokusunu vermek istiyor. O, yüzündeki gülümsemeyi kediye iterek ilerlemeye devam ediyor. Kedi ona kokusunu, o da kediye gülümsemesini veriyor. Ne kedinin kokusu onun için bir şey ifade ediyor ne de onun gülümsemesi kedi tarafından umursanıyor. Yine de her şey anlaşılıyor.
Hissediliyor…