Bir zamanlar, şansa çok fazla inanan bir adam varmış. Adama herkes Ali Baba dermiş. Bu adamın, eti kemiği bir, cılız mı cılız bir atı varmış. Atın cılız olmasının nedeni, Ali Baba’nın ona sadece dört yapraklı yonca, o da bulursa, yedirmesiymiş. Onun dışında sadece su içebiliyormuş hayvan. Zaten nasıl olup da ölmediğine herkes şaşıyormuş. Ali Baba dışında…
Ali Baba’nın kendisi de nasıl olduğunu kimsenin bilmediği bir şekilde çok dinç kalıp hiç yaşlanmıyormuş.
Böyle böyle, atı da kendisi de bu zamanlara kadar yaşlanmadan ama deri kemik bir, üflesen yıkılacak halde olsalar da gelmişler. Ali Baba’nın dediğine göre yüzyıllar boyunca yaşamış ikisi de…
Ne derler, her şey sonunda ölüverir gider. Ali Baba da bunu biliyormuş zaten. Onların ömürlerinin tükeneceği, yoncaların tükenişinden belli ediyormuş kendisini.
Bir gün, Ali Baba beygir gibi görünen kıratının üstünde tıngır mıngır giderken ayağında terlik, balkonunda, tuhaf bir tıngırtı dinleyen; ter koktuğu Ali Baba’nın bir bakışından dahi anlaşılan bir adam görmüş.
Yaklaşmış balkonun altına, başlamış tıngırtıyı dinlemeye…
Şanstan bahsediyormuş tıngırtı… Şanssızlıktan, kısmetsizlikten…
Aranan ama hiç bulunamayan şans üzerine tıngırdıyor ha tıngırdıyormuş…
Tıpkı onların biteviye uzayan ama hiçbir şeye değmeyen yaşamları gibi.
Bağırmış Ali Baba…
“Bu tıngırtı da ne ola!”
Adam geri bağırmış:
“Damar bu beybaba! Arabeskin kralı bu!”
Ali Baba Anlayamamış. Önemli de değilmiş zaten.
Bizim beygir görünümlü Kırat’ın kulağına eğilip:
“Dinle oğlum Kırat, işte bizim hayat… Nasıl olsa hikaye etmişler arabesk derler bir tıngırtı eşliğinde. Biz ölsek ne; yaşasak ne…”