Ölmüştün; artık geri gelmeyecektin; ama seni görmek istiyordum. Tam boy bir fotoğrafına bakarak ve kendimden bir şeyler de ekleyerek tam boy bir heykelini yapacaktım ve stüdyo dairemin tam ortasına yerleştirecektim.
Önce demir ve tellerden bir armatür yapmalıydım. Hurdacıya gittim ve bir sürü demir aldım. Elektrikçiden bir sürü bakır tel… Kaynak makinesi de kiraladım kiralık ekipmanlar bulunduran bir yerden.
Demirler kir pas içindeydi. Temizleyip pırıl pırıl parlattım onları. Heykelin içinde olacaktı ve görünmeyecekti ama ben bilecektim kirli olduklarını eğer temizlemezsem de içten içe vicdan azabı duyacaktım.
Demirleri birbirlerine kaynatarak, telleri aralara dolayarak; seninle, vücudunla hiç ilgili olmayan, her heykelde bulunacak olan bir armatür yaptım. Tıpkı vücudun iç organları gibi…
Armatüre tellerle göğüs kafesine doladığım bir kalp de yapmıştım ama. Kalbi abanoz ağacından oymuştum. Üzerine kendi adımı yazmıştım. Böylece imzamı da atmış oluyordum heykelime.
Ve sana… Senin kalbine…
Belki, yıllar yıllar sonra bir arkeolog heykeli bulacak ve görecekti armatürdeki o kalbi…
Çünkü dış yüzey yılların aşındırıcılığıyla aşınıp gitmiş olacaktı.
Sonra, havada kuruyabilen killerden almıştım paket paket. Ve seni tekrar yaratmaya başlamıştım ayaklarından.
Ayaklarını severdim. Yere kararlı basışlarını…
…
Fotoğrafına bakarak vücudunun her parçası üzerinde saatlerce çalışmıştım. Sonunda yüzüne gelmişti sıra.
En çok beklediğim ve en çok korktuğum yeriydi vücudunun.
Tam iki hafta sürmüştü…
Kirpiğinin dahi bir tek teli üzerinde yığınlarca hatıram vardı çünkü.
Bitmiştin…
İçime bir kere daha hüzün çökmüştü…
Sanki bir daha ölmüştün…
Seni apar topar bahçeme gömdüm.
Kokabilirdin!
ve her şeye bir daha başladım…